21 Şubat 2009 Cumartesi

Yürekleriyle Konuşan, Gözleriyle Gülen Kadınlar...



Bir kadını tanımak... Bütün gel-gitleri, kaprisleri, küçük şımarıklıkları, korkuları, şaşkınlıkları, hercailikleri, hayal
kırıklıkları, aşkları, terk edilişleri, başarıları, başarısızlıkları,kurnazlıkları, saflıkları, çocuk ağızları, şirinlikleri, küçük yalanları,büyük itirafları, kocaman yürekleri ile kendi olmaya çalışan kadınları tanımak... Bir kadını sevmekle başlar her şey ama, bir kadını tanımakla varılır hayatın sırrına. Bir kadını tanımaya soyunmak zor ama keyifli bir yolculuğa çıkmaktır. Dört mevsimi bir yürekte buluşturur, bu yüzden de sürekli şaşırtırlar. Sürprizlerin ardı arkası kesilmez. Zordur anlamak onları. Benzemek gerekir anlayabilmek için belki de! Kendi zekasını
hatırlatanları sever, sevgisini göstermekten ürkmeyenleri, sürprizlere hazırlıklı olanları bir de. Muson yağmurları gibi yağarken, Sahra'da çöl fırtınası koparıp ardından güneş olup ısıtabilirler. Dedim ya bir dünyadır kadınlar, yürekleriyle konuşan, gözleriyle gülen... Bir kadını sevmekle başlar her şey ama, bir kadını tanımakla anlaşılır, hayatın sırrına ancak aşkla varılacağına. Sevgi arsızıdır kadın. Verdiğinden daha fazlasını isteme bencilliğini gösterecek kadar sevgi arsızı... Bu yanını doyurunca şımaracağından korkanlar, birlikte çoğalacaklarını
bilmeyenlerdir. Bir kadını sevmekle baslar her şey ama, bir kadını tanımakla kanat çırpılır özgürlüğün bütün maviliklerine. Kendine inananlara, aşka inananlara koşar. Hem yaman bir aşk avcısı, hem de engebeli yollarda koşmaktan bitap aşk yorgunudur kadın. Bir kadını sevmekle başlar her şey ama bir kadını tanımakla çıkılır keyifli serüvenlere. Hayatla dalga geçmesini bilir kadın, tıpkı kendiyle dalga geçmesini bildiği gibi. Ağız dolusu gülüşlere teslim olur. Bir kadını sevmekle başlar her şey ama bir kadını tanımakla tanık olunur tutkuların
gücüne. Göze alandır kadın. Çekip gitmeyi, sahip olduklarından vazgeçmeyi, karşılık beklememeyi... Mücadele eder, kızar, bağırır ama hep sever. Dedim ya bir dünyadır kadınlar, yürekleriyle konuşan, gözleriyle
gülen... Yüreğini sevgiye açan ve sevmekten korkmayan bütün kadınlar gibi... Şimdi bir düşünün, kaç kadını değil bir kadını tanıyabildiniz mi bugüne değin??? Tanrı, kadınlara geçmişi ve geleceği, erkeklere ise yaşadığı günü armağan etti, kadınlar geniş bir zamana yayıldıkları için huzursuz, erkekler daracık bir zamana sıkıştıkları için anlayışsız olurlar.

Ahmet Altan

Martılar Neden Hep Denizin ÜStünde Uçarlar.. :)

Bir gün deniz aşr-ı ülkenin bir kralı ve bir de prensesi varmış. Prenses
dünyalar kadar güzelmiş. Kral ona bakılmasını yasaklamış. Prenses şehirde
dolaşacağı zaman halk eğilip gözlerini kapatır, ya da evlerine kaçışırmış.

Onu görmenin bedeli ise ölümle cezalanmakmış. Günlerden bir gün yine
prenses dolaşmak için çıktığında; fakir bir köylü delikanlı her şeyi göze
alarak başını kaldırmış ve prensesle göz göze gelmişler... Delikanlı o an
prensese inanılmaz bir aşkla tutulmuş. Prensesin derin bakışlarının da boş
olmadığını düşünmüş ve gözüne bir daha uyku girmemiş. Fakir delikanlı
ölümü bile göze almak pahasına, prensesi bir kere daha görmek için
uğraşmış durmuş. Bu arada güzel prenses de ona tutulmuş onun zarar
görmemesi için günlerce kendini saraya kapatmış. Sonunda dayanamayan
delikanlı her şeyi göze alarak gizlice sarayın bahçe duvarına tırmanmış ve
prenses ile bir kere daha göz göze gelmişler, gelmişler ama tüm çabalarına
rağmen muhafızlara yakalanmış. Kralın karşısına çıkarılanca, delikanlı
öleceğini bile bile aşkını dile getirmiş.

Kral tam ölüm emrini vereceği anda prenses yalvarmış. Kızının yalvarışına
dayanamayan Kral da delikanlıya başka bir ceza vermeye razı gelmiş. Hemen
bir gemi hazırlattırıp, gidilebilecek en uzaktaki adaya bir fener
yaptırmış. Fakir delikanlıyı da o adada yalnız yaşamaya mahkum etmiş...

Aradan daha bir kaç ay geçmesine rağmen prensesi unutamayan delikanlı
aşkını kağıtlara dökmüş ve martılara anlatmaya başlamış... Artık tüm
martılar fakir delikanlının prensese olan aşkını bilir ve yazdığı
mektupları prensese götürür olmuşlar... Zamanla prensesin de yazmış olduğu
mektupları getiren martılar aracılığı ile iki gencin arasındaki aşk iyice
büyümüş. Ta ki... Bir sabah sarayın bahçesinde kahvaltı yaparken prensesin
odasının penceresine ağzında bir mektupla konan martıyı kralın görmesine
kadar. Çok şükür korkulan başa gelmemiş... Martıların bile aracı olduğu
böylesine büyük aşkı anlayamadığı için kendisinden utanmış ve ağlayarak
kızına sarılan kral, delikanlının kızıyla evlenmesine izin vermiş.

Bunu duyunca çok mutlu olan prenses hemen delikanlıya bir mektup yazmış ve
olanları anlatmış. Bu arada mektubu götürmek için bekleyen martıya da tüm
martıların düğünlerine davetli olduğunu söylemiş. Buna çok sevinen martı
mektubu bir an önce ıssız adaya götürmek için yola çıkmış. Tam yolu
yarılamışken yanından geçen bir kaç martı arkadaşına haber verip hepsinin
düğüne davetli olduğunu söylemek için gagasını açtığında mektubu düşürmüş.
Tüm martılar hep birlikte mektubu aramaya başlamışlar. Fakat bir türlü
bulamamışlar...

Bu arada prensesten mektup alamayan aşık delikanlı, yazmış olduğu
mektupları göndermek için bir tek martı bile bulamamış... Biraz ilerisinde
uçuyorlar fakat yanına gitmiyorlar ve mektubu armaya devam ediyorlarmış...

Prensesin kendisini artık unuttuğunu, istemediğini, martıların da onun
için yanına gelmediğini sanan delikanlı üzüntüsünden sonunda kendisini
fenerden kayaların üzerine atarak intihar etmiş. Olanlardan habersiz
kralın gemisi adaya vardığında fakir delikanlının soğuk bedeni ile
karşılaşmışlar...

İşte o gün, bugündür, martılar o mektubu ararlar. Mektubu bulup, o
inanılmaz sevgiyi geri getirebileceklerine, her şeyi düzelteceklerine,
inanarak hep denizler üzerinde uçuşup dururlarmış...

Cemreler, insan için düşer

Bir işarettir cemre.

Kara kışların ardından, soğuk beyazların arasından, pembeli yeşilli baharlar
gözümüz önüne serilir.

Bilinmezlikler içinden, tam vaktinde, rengi, kokusu, lezzeti yerinde
nimetler gönderenden bir işarettir cemre.

Kupkuru dallara yaprak yaprak can, suyu çekilmiş ırmaklara gürül gürül
heyecan veren...

Kuş sütünü eksik etmeyen sofraları kıskandıracak, herkesi doyuran
ziyafetlere buyur eden birinden işarettir...

Başlangıçtır cemre...

Cemre, havaya düşer!

Yağmurlar sağılır bulutlardan, uzaklardan tertemiz nefesleri yüklenir
getirir rüzgârlar... Güneşin solgun yüzüne kan gelir, ışıl ışıl durdurulur
üstümüzde. Gökyüzüne her bakışımızda gözbebeklerimize cemreler düşer...

Cemre suya düşer!

Bir taze tomurcuktur çocuk... Rahmet, bardaktan boşanırcasına, annelerin
göğsüne dolar, oradan dağıtılır bütün yavrulara... Çocuk tomurcuklar
çiçeklenir, çocuklar yarın, yarınlar bahar kokar...

Cemre, toprağa düşer!

Toprağı dost, toprağı kardeş bilenlerin kanla suladıkları vatanlara
mükâfattır cemre... İnsan, kaleler geçer toprak için, geçilmesini istemediği
topraklara kaleler diker. Gülle gülle kalelere düşer cemre, fetih olur.
Cemre, aşk olur kalbe düşer, bir Mehmed bir Mayıs günü Fatih olur...

Havaya düşer cemre...

Cemre, suya düşer...

Toprağa düşer cemre...

Cemreler, insan için düşer!

İnsan için süslenir baharda yeryüzü, her baharda semâdan, sırlara sarılı
ikramlar gönderilir.

İstemek ile şükür, tövbe ile affedilmenin binbir yolunda öyle hızlı koşarız
ki... Öyle çabuk varırız ki... Kıskanır insanı baharlar...

Çünkü... Cemre, insana düşer!

18 Şubat 2009 Çarşamba

Dedi ki ..., Dedim ki ... ;

Dedi ki ..., Dedim ki ... ;

Dedi ki;


kelebek misali,
bir günlük ömüre neler sığar ki...
kanadını da kırdılar üstelik, uçacak takat bırakmadılar ki...
çok uzun bir gün dedim,
sana çok bile dediler.
ne zaman biter bu amansız savaşlar bilmiyorum...

Dedim ki;


...uyanmak zordur.
herkes başaramaz rahatça uyanmayı...
her sabah uyanınca canına can gelmeli insanın,
canına can veren bir şeyi olmalı...
bi kedisi mesela..
bir kedisi bile olmayana uyanmak zordur...

Dedi ki;


ucunda ışık görünmeyen bir tüneldeyim...
mumla yolumu aydınlatmaya çalışıyorum, oda bitti bitecek...
yakışmıyor bu umutsuzluk bana bilirim,
güçlü olmak ne kadar da zor imiş meğer!
anlatamamak ne elem bir şeymiş...
volkan misali yakıp kavurur da,
tek kelam edecek takat yok işte...


Dedim ki;


görmesinler... bilmesinler... varsın hissetmesinler...
kendi başına,
kendi yalnızlıgına doya doya sarılıp ağlamakta güzel!
Ama olsaydı bir el,
silseydi gözyaşını.....

Dedi ki;


aklım dağınık, yazamıyorum tek kelam güzelliğine, benzetmeler aciz kalıyor gönlüne. sen sus ve dinle... en güzelini bakışların anlatır ey güzel...
dipsiz bir kuyudayım sanki. suyu çekilmiş taşlar-çakıllar ayaklarıma batıyor, sesimi kimse duymuyor, ağladığımı görmüyor kimse.. el uzatıp kurtarmak isteyenim yok. çaresizlik nedir bilirmisin?

Dedim ki;


şimdilerde dumanında boğuluyorum kimsesizliğimin... çaresizlikten gülerken ağlıyorum... ömrümden ömür eskitiyorum, kapıdan pencereden geçen kuşlar dönüp bakıyor ömrüme... ömrüm!!! sen beni bilir misin????

Dedi ki;


Bir nefes aldım, veremeden bittin dediler... ne çabuk geçti, ne çabuk bitti dedim dinlemediler... beyaz kefene sardılar, gelin ettiler... dualar, gözyaşları ayrılıktan mıdır, bu feryat bu figan nedendir... ---


Dedim ki;

yare açık yare, yare dökmeye ne hacet?
nefesi kesilmiş yorgunluğuma acıdan başka ne hacet?
gönül feryad etse de, duymaz yüreği olmayan, yürek figan eylese de, almaz ders almayacak olan...
alıpta götür desem beni, seni yar eder misin bana?
gel götüreyim desem gelir misin ki....

Dedi ki;


gelirim en beklemediğin anda, gölgem duruverir yanında bir anda... suskun kalalım bir süre... yürüyelim çınar gölgelerinde... soluklanmadan yaşayalım...

Dedim ki;


söz söyleme... sustuguma kulak asma... ömür dedim, bitti dedin... gönül dedim, yorgun dedin... gel dedim, gelirim dedin... şimdi desem ki sana ey can, küçük, küçücük bir papatyam var, daha büyümedi... gel, yanıma otur sayalım...bir hasret diyelim, bir vuslat diyelim, mutlulukta bitsin... gel çiçekleri yerinde sevelim, gel derdimin güzeli, beraber yaşayıp, beraber ölelim...!

6 Şubat 2009 Cuma

..Ve Yusuf Züleyha'ya ; Züleyha'da Yusuf'a Dedi ki : ...

Kollukçular Yusuf'u alıp götürdükten ve hüzünlü gece Nil'in üzerinde bir ürperti gibi asılı kaldıktan sonra hiç uyumadan ertesi sabahı buldu Züleyha ama, hayatı her zamanki tadında bulmadı. İçten içe derin bir öfke önce, sonra nedeni belirsiz bir kendinden hoşnutsuzluk hali. Her zaman doğruyu gösteren yürekte istikamet tayini.

Aşkını düşündü Züleyha, şimdiye kadar hiç düşünemediği hallerdeydi.


Tapınaklarda genç rahiplerin buhur yakma görevini yerine getirmesinden bile erken saatte Züleyha ırmağa bakarak düşünmeye başladı. İlk kez Nil'in güllerinden yapılma tacını başına, yasemenden bileziğini ayağına takmamıştı. Züleyha ilk kez gece kadar sade sabah kadar yalındı.



Yusuf,dedi Züleyha, sen benim, evvel düşen şehrimsin, ahir düşen şehrimsin. Ezel düşen şehrimsin, ebed düşen şehrimsin.Yusuf,dedi Züleyha; kalbim sen, benimsin yalnız benimsin,kalbin ben,seninim yalnızca seninim. Yusuf, dedi Züleyha, sen masumsun, sen de bilirsin, ben de bilirim. Şu dört duvar, şu sıkı sıkı kapalı kapı,döşemenin üzerinde ezilen sarı gülün yaprakları tanık ki suçun yok senin.
Fakat güzelsin. Güzelliğin yoruyor beni,çünkü mümkünü var,suret kasrında bir suret değilsin.

Suçlu değilsen de bana, beni suçlu kılacak kadar güzelsin. Mümkünü olan bir güzelliğin sahibiysen Yusuf, ve bu güzellik yoruyorsa beni, sen dünyanın en masum mücrimisin. Suçlu,suçunu her zaman bilerek işlemez Yusuf ve güzellik bazen suça dönüşür.

Yaratılmışların en güzeli karşısında,ruhum kadar bedenim,kalbim kadar kalbimden çıkıp da bütün bedenimi deveran eden kanım ve damarlarım,ve bütün zerrelerim akıyorsa sana, ben de dünyanın en mücrim masumu değil miyim?

Çünkü, dedi Züleyha, güzelliğin bir derin kuyu senin. Bir düşenin kurtuluşu kolay olmaz.Ne mutlu kalbine sen düşene,ve ne mutlu senin kalbine düşene.
Tufandan kurtulmak için kendi derinliğine akan bir ırmak gibi; akmasam sana ölürdüm Yusuf, aktım, yine öldüm. Kendi ölümümün şeklini seçmem özgürlüğümse susarak ölmeyi değil,söyleyerek ölmeyi seçtim. Tortulanarak ve bulanarak değil,taşarak ve coşarak ölmeyi istedim. Hükmümün Yusuf olduğu yerde ölümlü olduğumu bildim.

Ve yine dirilecek olmamın emniyetiyle ölümlü oluşumu çok sevdim. Yusuf,dedi Züleyha, bütün bir hayat, kınanma, horlanma, yitirme,her şey kalbimin üzerinden geçecek ve ben kalbimin altında kalacağım. Bana dair ve bana rağmen var olan bir dünyada büyüklüğü,yitirdiklerinin çokluğuyla ölçülen bir Züleyha kalbi olacağım. Senin zindan karanlığın benim özgür aydınlığıma denk düşecek, o kadar ki karanlık olacağım Sancıyla elimi attığım fundalıklar mavi çiçeklere dönüşmedi henüz, ama aslolan kalp olacak ve hayatı sonradan bulacağım.

Yusuf,dedi Züleyha, aşk zorlu bir sınav,ben bu sınavı en baştan ve gönüllü mü kaybettim? Hayır işte! Yitirmiş görünsem de kazancımsın sen benim. Ve şer gibi görünsem de göreceksin,yitirdiğin ne varsa benim sana açtığım kuyuda,hayrın olacağım sonunda. Yusuf,dedi Züleyha, sana, gel kaderim ol, demem. O kadar ki, güldeki sevda, çöldeki ateş, denizdeki su kadar kadersin bana.
Bak alnına, iki kaşının ortasına. Orada benim mührüm var. Alnımın yazısı olduğun kadar, alnına da yazıyım.

Değil mi ki sen Yusuf güzelisin, gömleğin çoktan yırtık senin. Ve değil mi ki ben tecelli etmesem eksik kalır sana dair kader.
"Senin kaderin benim tecellim.", kaderimde zindan varsa, Yusufluğum su götürmez benim...


[.. Alıntı .. ]
(.. Yusuf İle Züleyha ..)

4 Şubat 2009 Çarşamba

Seni Özlemenin Kitabı || Gel ki gülsün yüzü tüm aşıkların, şairler sevdamızı anlatsın şiirlerde. :)

Ne zaman gitsen buralardan bütün çocuklar ağlıyor hep bir ağızdan.
Bu şehre sensizlik hiç yaramıyor.
Bir yağmur ki öyle böyle değil, döver gibi toprağı siliyor senden kalanları...
Bütün aşıklar yalnız kalıyor birden, kalemi kırık şairler küsüyor şiirlere.
Yüreğim sürükleniyor ardından bilinmez iklimlere.
Hiç sevmiyor sensizliği bu kimsesiz sokaklar.
Ne zaman veda etsen, ayaklarıma dolaşıyor gölgem.
Bütün çiçekler hasret kokuyor
Nefesim yetmiyor yaşamalara... Evim ıssızlaşıyor, kalbim bomboş kalıyor. Sevmiyorum bu şehri sen olmayınca.
Ve her sabah yokluğuna doğuyor güneş. İçimi buz gibi bir sancı yokluyor sensiz. Dilimden düşmüyor sensizliğin bestesi.
Özlüyorum kokunu...
Bu yüzden yokluğunu al götür bu şehirden.
Bu yalnızlığı çek al ayak seslerine hasret kaldırımlardan.
Gel ki gülsün yüzü tüm aşıkların, şairler sevdamızı anlatsın şiirlerde.
Sensizliği sevmeyen şehrime sen lazımsın sevdiğim.
Güneş kadar, yağmur kadar, toprak kadar lazımsın...
Sokaklara gölgen düşmeli yine, ay ışığı pencereme vurduğu vakit sen olmalısın yanımda bir tek.
Çiçekler sen kokmalı hasret yerine.
Ve ellerimden tuttuğun an kavuşmalı ayrı düşmüş tüm sevdalılar...
Sen gelirsen değişecek mevsim biliyorum.
Zaman sonsuzluğu getirecek ikimize.
Yarım kalmış öyküm, kalemime sen lazımsın gel ne olur...
Gel ki yüzü gülsün şehrimin artık!...

Gitsem Gidilmiyor ||Gidemediğimsin :)

Uykusundan Kaldırmaya Kıyamadığım
Bir Çocuk Yüzü Ki;
Avuçlarımda Kayboluyor Parmakları.
Sonları Hep Baştan Yitiren Yürek
Alacasında
Bir Yenilmişliğin Can Çekişiyor
Biraz Korkak, Titrek Titrek..
Sevda Oluyor Sonra Sessizliğin Adı..
Feryat figan yol almaya can direten..
Bir Nida Yapışıyor Ki Boğazima
Düğüm Düğüm;

Çıt Yok..

Söylesem / Söylenmiyor,
Git/sem.. / Gidilmiyor..
Gidemeyişimsin..

1 Şubat 2009 Pazar

Hoşgeldin AŞK...


Hoşgeldin AŞK...
Nice zamandır hasrettim sana
Hoşgeldin, sefalar getirdin...

Uzak yollardan mı geldin bana ?
Çok mu yoruldun, yaralandın onca yolda ?
Çiçek açmış sevda ağaçlarından
Hüzün meyvesi mi topladın, getirdin bana ?
Hasreti katık mı ettin azığına?
Umutla mı beslendin ?..
Nice zamandır bekliyordum sabırla,
Hoşgeldin AŞK, sefalar getirdin...

Geceleri üşüdün mü çok ?
Sabahlara kadar acıyı mı demledin yüreğinin ocaklarında ?
Avuçlarını kanattı mı çiçeklerimin dikenleri
Yaralarını sardı mı hayalim
Sevindin mi sevildiğine?
Hoşgeldin AŞK, nice zamandır hasrettim sana
Sefalar getirdin...

Yolun uzundu, kaç mevsim geçirdin?
Ellerin üşürken ruhun ateşlerle yandı mı?
Yangınları söndürdü mü yağan yağmur, lapa kar?
Bezdirmedi mi hiç seni bunca uzaklar?
Vazgeçmeyi hiç mi düşünmedin?
Yüreğini açtın mı sonra ışığa?
Güneş damladı mı sıcak kalbinin odalarına?
Ben hep seni bekledim, nihayet geldin,
Hoşgeldin aşk, sefalar getirdin.

Karşına çıkan kırık kalpleri onardın mı ?
Susuz kalmış toprakları ıslattın mı gözlerinden boşalan sel gibi sevgi sularıyla ?
Buz tutmuş kalpleri nefesinle ısıttın mı?
Geçtiğin yollardaki vazgeçmiş yüreklere,sabrı, beklemeyi öğrettin mi söyle...
Renkli şekerler yapıp aşk parçalarından unutmuş yüreklere dağıttın mı?
Kendi hikayeni anlatıp, aşkı bilmeyenleri ağlattın mı?

Ne zamandır seni bekliyordum aşk
Biraz geciktin, ama iyi ki geldin
Hoşgeldin, sefalar getirdin...

Sana . . Yine Sana. .

Sana . . Yine Sana. .
kötü havaların ardından güneş doğar derlerdi inanmazdım, gülümser geçerdim. haklılarmış, her gecenin sabahı, hatta kışın bile yazı varmış. .

insan özlemekten de yorgun düşermiş- öğrendim Aşkından yüreğindeki ateşten yerinde duramazmış. çıkıp haykırmak istermiş sevdasını uluorta.

görmezmiş gözleri, sevdiğinin gözlerinden başkasını- konuşmak bile istemezmiş O'nden başkasıyla. nasıl da hızlı atıverirmiş kalbi aklına aşkı geldiğinde. .
ne güzel şeymiş şu aşk. . ne tatlı bir hismiş, şu aciz ruhtaki. . anlamıymış insanın nefes alma sebebinin..

gözlerinin ta içi gülermiş her sevdam dendiğinde. . dalıp gidermiş uzaklara, öylece düşünürmüş O'nu, yaşarmış içten içe. .

Fırtınalar koparmış yüreğinde- içindeki aşk sevgilinin özlemiyle iyice perçinlenmiş ruhunu sarmaya başlamıştı. .
yaşadığı en büyük aşk, Allah'ın bahşettiği en büyük sevgiydi bu. Yeni doğan bir bebeğin masumLuğuyLa, son bir güçLe - bir kez daha haykırdı

SENİ SEVİYORUM diye..


Sezen Sertkaya

Hayat : 0 ; Ben : 1 | sevdalara doyulmaz. :)

Otuzbeşime bastım geçen hafta...
İlk yarı bitti : Hayat:1 - Ben:0...!!!...
Ama belliydi böyle olacağı
Nicedir başlamıştı belirtiler:
Yolda çocuklar "Amca şu topu atıversene" diye seslendiklerinde kuşkulanmıştım ilkin...
Sonra saçlarımdaki beyaz teller tescilledi yarı yolun ufukta göründüğünü,
Baktım; lise fotoğraflarım sararmış, sınıf arkadaşlarım yaşlanmış.
Eş dost sohbetlerinde sağlık ve çocuk konuşulur olmuş, seyahat ve aşk erine...
Gök gibi gürlemeye alışkın müzik setimin ses düğmesini kısar olmuşum, içimdeki uçurtmanın ipini çekercesine...
Bizim zamanımızda diye başlayan nutuklar atmaya başlamışım mezuniyet törenlerinde,
-Hayret daha dün değil miydi benimkisi?-
Yıllar yılı dudak büktüğüm "ölümden sonra hayat" masallarına kulak kabartmaya başlamışım gizliden gizliye...
İple çektiğim Haziranlara sırt çevirmişim.
Yaşamın orta sahasına girmişim, irkilmişim...
Ruhumun ikizleri yine çekiştiriyorlar kollarımdan;
Biri, "daha ne gördün ki" diyor yüzünde papatyalarla, asıl şimdi başlıyor hayat!... Bundan sonrası rahat!"
Lakin "Buydu görüp göreceğin" diye efkarlanıyor öteki... ikinci yarı geçer hızla, yaşlanırsın zamanla...
Yaşı genç olanlar 35'e uzak durduklarını sanarak "Sahi oldu mu o kadar? Hiç göstermiyorsun" tesellisindeler.
35'le çoktan tanış olanlarsa "Hayata hoşgeldin" pankartlarıyla karşılamadalar...
İlk yarı sadece bir ısınmaymış meğer: asıl ikinci yarıda anlaşılırmış tadı, hayatın... kavganın... aşkın...
Bense şaşkın... devre arası bilançolarındayım.
Son dönemde kimbilir kaç kez eski anıları yaralı ele geçirdim, belleğimin derinliklerinde?...
Kimbilir kaç kez kendime yakalandım, kendimden kaçarken?...
Ve sustum vicdan sorgularında...
Aksi sedamla bile dertleşmedim. Meğer ne yaman serüvenmiş hayat? Bazen yediveren gülleri gibi bereketli...
Sanki hayat değil, Körfez Krizi mübarek: Bir koyup, beş alıyorsun...
Yaşıyor, seviyor ve seviliyorsun... Bazense kıtlıktan kırılıyor ortalık, şaşıp kalıyorsun...
Oysa -herkes bilmezden gelse de- skoru bellli oyunun:
30'larda dedeni ve nineni kaybediyorsun, 40'larda anneni ve babanı... Ve 70'lerde kendini...
Şimdi devre arası, yolun yarısı...
Bugüne dek ancak tanıştık hayatla... Ben ona kendimi tanıttım, O bana kendini...
Göğsüme madalya gibi dizdim hatalarımı...
Zaferlerim onlar benim, olgunluğumun yapıtaşları...
Ve derin bir yara gibi sakladım başarılarımı...
Asansör çıkarken yukarı, dönüp bakmadım bile aşağı...
Dönmesin diye başım...
Ben istikballe arkadaşım...
Ne var ki herşey yarım...
Hayat da yarım, sevdalar da...
Daha diyeti ödenmedi sevinçlerin...
İhanetlerin hesabı sorulmadı...
Nazım'ın dedidği gibi "Kopardım portakalı dalından ama, kabuğu soyulmadı, sevdalara doyulmadı..."
"Doydum diyen görmedim ki ben zaten..."
Lakin gel de zamana anlat bunu...
Sahi nedir bu telaş, bu kin? Sanki ölüye can yetiştireceksin...
Baktım ikinci yarı kapıda... ve hayatın ceza sahası yakın...
Doldurdum bir kara kutuya 35 yılın hesabını.
Acılar, sancılar bir çekmecede sevdalar diğerinde...
Bir yerde hüzünler ve korkular, bir üstte sevinçler ve zaferler...
Kat kat, dizi dizi dizdim kullanılmıştakvimlerimi,
Sabırla kapattım kutuyu, sevgiyle mühürledim ağzını...
İlk yarı bilançom o benim: Yangında ilk kurtarılacak... Kazada ilk açılacak...
Yarımlar tam olduğunda kara kutuyu açıp bakanlar teşhis koyacaklar halime...
"Çok mutlu olmuş, fazla yüksekten uçmuş zavallı" diyecekler
Ya da,
"Sebepsiz alçalmış... Bile bile vurmuş kendini dağlara!..."
Fakat kara kutu ancak bir kısmını söyleyecek hikayenin...
Kalanı benimle gelecek...
Dağların yamaçlarına savuracağım en mahrem hatalarımı...
Reyhanlar saklayacak sırlarımı...
Skoru birtek Ege'nin suları bilecek...
Denize kavuşabilirse eğer içimdeki nehir...

HAYAT : 0 - BEN : 1