28 Ocak 2009 Çarşamba

Aşkın Üçüncü Hali;Bütün Kelimelerin Toplamısın..


AŞKIN ÜÇÜNCÜ HALİ: DÜNYANIN BÜTÜN KELİMELERİNİN TOPLAMISIN

Zerafetini sayfalarca anlatabilirim. Türkçenin en güzel kelimelerini yan yana getirebilirim. Dünya dillerinden kelimeler toplayabilirim senin için..

Ama faydasız

Sen dünyadaki bütün kelimelerin toplamısın benim için.
Tek başına bir cümle, bir cümleden çıkabilecek en güzel anlamsın.
Suskunluğun bile ödüldür hayata.
Yokluğunla bütün kelimeler eksik kalır biraz daha.

Sensizken ben, her yanımda olmadığında, ruhum askıda, bedenim kalıyor tek başına Seninle yaşayamadığım her an, eksik kalıyor hayatımda..

Cihan Yavuz

25 Ocak 2009 Pazar

Mutluluk Bir Yolculuktur ..

Önce evlendiğimizde hayatın daha iyi olacağına inandırırız kendimizi. Evlendikten sonra, bir çocuğumuz doğduktan, hatta ardından bir tane daha olduktan sonra hayatın daha iyi olacağına inandırırız kendimizi. Sonra çocuklar yeterince büyük olmadıkları için kızar, onlar büyüyünce daha mutlu olacağımıza inanırız.
Bundan sonra ergenlik dönemlerinde çocuklarla uğraşmamız gerektiği için öfkeleniriz. Kendimize, çocuklarımız bu dönemden çıkınca daha mutlu olacağımızı, yeni bir araba alınca, güzel bir tatile çıkınca, emekli olunca, yaşantımızın dört dörtlük olacağını söyleriz. Gerçek ise şu andan daha
iyi bir zaman olmadığıdır. Eğer şimdi değil ise ne zaman? Hayatınız her zaman mücadelelerle dolu olacaktır.
En iyisi bunu kabul edip, her ne olursa olsun mutlu olmaya karar vermektir.

Alfred D. Souza Der ki; "Uzun zamandan beridir hayatın - gerçek hayatın - başlamak üzere olduğu izlenimine kapılmıştım. Fakat her zaman yolumun üzerinde bir engel, öncelikle erişilmesi gereken bir şey, bitmemiş bir iş, hizmet edilecek zaman, ödenecek bir borç oldu.

Sonra hayat başlayacaktı. Sonunda anladım ki bu engeller benim hayatımdı." Bu görüş açısı, mutluluğa giden bir yol olmadığını gösterdi. Mutluluk yoldur. Öyleyse sahip olduğunuz her anın kıymetini bilin ve mutluluğu, Vaktinizi harcayacak kadar özel biriyle paylaştığınız için ona daha fazla değer verin. Unutmayın, zaman hiç kimse için beklemez.
Öyleyse, Okulu bitirene kadar, 100 milyar kazanana kadar, Çocuklarınız olana kadar, Çocuklarınız evden ayrılana kadar, İşe başlayana kadar, Evlenene kadar, Cuma gecesine kadar, Pazar sabahına kadar,
Yeni bir araba,yada ev alana kadar,
Borçları ödeyene kadar,
İlkbahara kadar,
Yaza kadar,
Sonbahara kadar,
Kışa kadar,
Maaş gününe kadar,
Şarkınız söylenene kadar,
Emekli olana kadar,
Ölene kadar....

Mutlu olmak içinde
Bulundugunuz "an" dan daha iyi bir zaman olduguna
Karar vermek için beklemekten vazgectin
Mutluluk bir varıs değil , bir yolculuktur.
Pek cokları mutlulugu insandan daha yüksekte ararlar
Bazıları da daha alcakta
Oysa mutluluk insanın boyu hizasındadır...,

Unutmayın
"Yarın kimseye vaad edilmemiştir"...

24 Ocak 2009 Cumartesi

Bir kuş tut içinden......tutabildin mi..? :)

Bir kuş tut içinden.................tutabildin mi..?


Bir sayı tut içinden
Tuttum.

İkiyle çarp. Onbeş ekle. Sonra ikiye böl. Tuttuğun sayıyı çıkar bu sayıdan.
Yedi buçuk kalır geriye. Yedi buçuğu al, dondurmacıya git. Vişneli bir
dondurma ısmarla kendine.

Bir renk tut içinden.
Tuttum.

İçindeki resmin gökyüzünü boya tuttuğun o renkle. sonra içine doğru eğil ve
boyadığın resmi izle.

Bir tren tut içinden.
Tuttum.

Bin o trene. Tren ağır ağır ayrılsın içindeki istasyondan. sonra pencereye
çık. ağaçlar, evler ve direkler akıp gitsinler önünden.

Bir sokak tut içinden.
Tuttum.

Bahçeli evler olsun tuttuğun sokakta. Bahçeler de ağaçlar olsun. Ağaçların
dallarında kuşlar? Kuşların ötüşünde bir şarkı.. Şarkıda bir şenlik!...

Bir çiçek tut içinden.
Tuttum.

Akşam sefası mı?
Nasıl bildin?

Bir mevsim tut içinden.
Tuttum.

Tuhaf bir mevsim olsun. bir yanımızda kar yağsın, bir yanımızda güneş açsın.
Bir yanımızdaki ağaç yapraklarını döksün, bir yanımızdaki ağaç çiçek
açsın.
Leylekler hem gitsin, hem gelsin. Ah diyelim biz, bu kaçıncı mevsim.

Bir yıldız tut içinden.
Tuttum.

Bir yıldız daha tut içinden. Sonra bir yıldız daha. İçindeki yıldızlar çok
olursa, ışıl ışıl aydınlık olur için.

Bir kuş tut içinden.
?.. Uçuyor, tutamıyorum!....

Çayımın Şekeri..


İnsanın içine işleyen bir ayaza ev sahipliği yapan kış sabahında, seni düşündüğümde içime yayılan sıcaklığın, dışarıdaki iki metre karı bile eritebileceğini düşünüyorsam...
Uykudan yüzümde mutlu bir gülümseme ile kalkıp benimle birlikte uyanan güne senin adını veriyorsam...
Evimin bütün duvarlarında senin yüzünü görüp, bana baktığını hissediyorsam...
Ve bu beni her gün hep aynı şekilde heyecanlandırıyorsa...
İçtiğim çayın şekeri, sigaramın dumanı, kahvaltımın her lokması sen oluyorsan...
Sokakta bana bakan her insan, yüzümdeki tarifsiz sevinci görüp hayrete düşüyorsa...
Sevdiğin şarkıyı defalarca başa alıp bıkmadan defalarca dinleyebiliyorsam...
O şarkının her sözüne seninle ilgili ayrı bir anlam yüklüyorsam...
Yüzlerce kişinin arasında bile kadehimi sadece senin şerefine kaldırıyorsam...
Başımı döndüren şeyin aslında içki değil, sana olan aşkım olduğunu biliyorsam...
Yorucu bir günün sonunda ufacık bir sözünle, bir gülüşünle uzun bir tatilden dönmüş gibi enerji doluyorsam...
Ve o enerjiyle hiç uyumadan günlerce çalışabileceğimi duyumsuyorsam...
Gün boyu saatleri, dakikaları sayıp 'Neden geçmiyor bunlar' diye hayıflanıyorsam...
Ve hep seninle buluşacağımız anı bekliyorsam...
Kitap okurken seni düşünmekten kendimi alamayıp aynı satırı defalarca tekrar ediyorsam...
Sonra sana bunu anlattığımda birlikte ne kadar güleceğimizi düşünüp keyifleniyorsam...
Seninle ilgili planlar yapıyorsam...
Sadece varsayımlara dayalı olsa bile o planları mükemmelleştirmek için her ayrıntının üzerinde dakikalarca düşünüyorsam...
İzlediğim filmdeki başrol oyuncularının yerine kendimizi koyup 'Biz olsaydık böyle yapardık' diyorsam...
Yüzyıllardır sevgililerin kullandıkları klasik sözcüklerin benim duygularımı anlatmaya yetmediğini fark ediyorsam...
Yine de bunları söylemekten hiç ama hiç bıkmıyorsam...
Aşkımın coşkusunu sana yansıttığımda senin de bana aynı coşkuyla karşılık vereceğini biliyorsam...
Kahkahanın en güzelini seninle atacağımı, yemeğin en güzelini seninle yiyeceğimi, içkinin en keyiflisini seninle içeceğimi düşünüyorsam...
'Hayatının en anlamlı şeyi ne' diye sorduklarında tereddüt bile etmeden senin adını verebiliyorsam...
Sen benim için vazgeçilmez olmuşsun demektir...!

Sen ol, hep ol, benimle ol..


ÖYLESEVİYORUMKİ


Karşımdasın. Elimi uzatıp dokunabiliyorum sana. Ne büyük mutluluk bu... Gördüğüm en güzel şeysin. Senden öte tanımladığım başka hiçbir şey yok. Her şey senin adınla anılıyor benim dünyamda. Bütün çiçekler sen, bütün yıldızlar sen... Bir sanat eserisin, bakmaya doyamadığım. Tanrının bana armağanısın, ve artıyor her geçen gün sana hayranlığım. Yüzünde kuşlar, gözlerinde hayatın ta kendisi var. Öyle gerçeksin ki...
Gözümü açıyorum sen, kapıyorum sen... Hiç bitmeyen serüven... Günümün en keyifli anı, uykumun en tatlı rüyası... Seni soluyorum, havadasın. Seni kokluyorum, doğadasın. Hele şimdi sonbaharsın. Ya da sonsuz bahar. Seni yaşıyorum, canımdasın. Canımsın... Sarılsam sana, bin yıl geçse, bir an bile ayrılmasak... Ten tene, yürek yüreğe sonsuz baharın en aşk dolu iki yaprağı olsak... Ağaç ağaç gezip, yeşersek, açsak. Yere düşsek, kalksak... Seni bilsem, bir tek seni. Seni görsem, bir tek seni... Sesin sarhoş etse beni... Öyle içimdesin ki...

Bir saniye iste benden sensiz geçirdiğim, veremem. Sensiz geçecekse geçmesin zaman, istemem. Seninle yeniden doğdum, yeniden doğuşun kanıtıyım ben. Senden önce geçen zamanı, sana ulaşmak için yürüyerek geçirmişim, kimmişim bilememişim. Şimdi başımı çevirip geriye bakmıyorum bile. O yol yüründü ve bitti, artık seninle yürünecek bambaşka bir yol var önümde. Yorgunluk nedir bilmeyeceğim, hiç şikayet etmeyeceğim ve bir tek adımda bile tökezlemeyeceğim uzun, aşk dolu bir yol... Öyle aklımdasın ki...

Ah, sensiz kalmıyor muyum bazen yıkasım geliyor gördüğüm bütün duvarları. Ardında seni bulurum sanıyorum. Ne ayrı koyduysa bizi, zaman ya da yollar, bir kalemde silesim geliyor. Sana dokunmamı engelleyen ne varsa, bir kadehi yere çarpıp tuzla buz eder gibi parçalamak istiyorum. İsyanım taşıyor, kendi öfkemden korkuyorum. Ve kavuşmak... Bunu düşünmek içimde kırılmış bütün aynaları tamir ediyor. Mavi bir yağmur başlıyor, ıslanıyorum. Maviye boyanıyorum. Öyle özlüyorum ki...

Sen ol, hep ol, benimle ol, bende ol... Sendeyim ben, yüreğimi koydum yüreğinin üzerine. Aşk bu, başka isim arama. Hem de en koyu, en deli, en tutkulu... Öğreneceğim çok şey var sana dair. Bilmediğim çok şey var. Ama bir şeyi öyle iyi biliyorum ki... Seni öyle çok seviyorum ki...

Hayat tam da böyle bir şeydir.



Kocam bir mühendisti. Onunla sâkin tabiatını sevdiğim için
evlenmiştim. Bu sâkin adamın göğsüne başımı koymak içimi nasıl da
ısıtırdı…

Gel gör ki iki yıl nişanlılık ve beş yıl evlilikten sonra bu sâkinlik
beni yormaya başlamıştı. Eşimin -bir zamanlar çok sevdiğim- bu
özelliği artık beni huzursuz ediyordu.

İş ilişkiye gelince oldukça içli, hattâ aşırı hassas bir kadınım.
Romantik anlara, küçük bir çocuğun şekere düşkünlüğü gibi can
atıyorum. Oysa kocamın sakinliği, başka bir deyişle vurdum duymazlığı,
evliliğimize romantizm katmaması beni aşktan almış, uzaklaştırmıştı.



Sonunda kararımı ona da açıkladım: boşanmak istiyordum.
Şaşkınlıktan gözleri açılarak 'niye?' diye sordu.
'Gerçekten belli bir sebebi yok' dedim, 'sadece yoruldum.'
Bütün gece ağzını bıçak açmadı. Düşünüyordu. Bu hâli ise hayal
kırıklığımı daha da artırmaktan başka bir işe yaramıyordu: işte,
sıkıntısını dışarı vurmaktan bile aciz bir adamla evliydim. Ondan ne
bekleyebilirdim ki!



Sonunda sordu: 'seni caydırmak için ne yapabilirim?'
Demek ki söyledikleri doğruydu: insanların mizacı asla
değiştirilemiyordu. Son inanç kırıntılarım da kaybolmuştu.
'İşte mesele tam da bu' dedim. 'Sorunun cevabını kendin bulup kalbimi
ikna edebilirsen kararımdan vazgeçebilirim.'
'Diyelim dağın tepesinde bir uçurum kenarında bir çiçek var. O çiçeği
benim için koparmak, düşüp vücudunun bütün kemiklerinin kırılmasına,
hattâ ölümüne mâl'olacak. Bunu benim için yapar mısın?'
Yüzümü dikkatle inceledi ve 'Sana bunun cevabını yarın vereceğim' dedi.
Bu cevapla son ümidim de yok olmuştu.


Ertesi sabah uyandığımda evde yoktu. Boş bir süt şişesini mutfak masasının üzerine koymuş, altına da bir not bırakmıştı.
'Sevgilim' diye başlıyordu,
'O çiçeği senin için koparmazdım' Kalbim yine kırılmıştı. Okumaya devam ettim.

'Çünkü her zaman yaptığın gibi bilgisayarın altını üstüne getirip
çökerttikten sonra monitörün önünde ağladığında, onu tekrar
düzeltebilmem için ellerime ihtiyacım var.'

'Anahtarları her zaman evde unuttuğunu bildiğimden, senden önce eve
varabilmem üzere koşmam gerektiğinden bacaklarıma ihtiyacım var.'

'Arabayı kullanmayı çok sevdiğin halde şehirde hep yolu
kaybettiğinden, yolu gösterebilmem için gözlerime ihtiyacım var.'
'ın her ayki ziyaretinde sebep olduğu, karnındaki
krampları rahatlatabilmem için avuçlarıma ihtiyacım var.'

'Evde oturmayı sevdiğinden, içe kapanıklığını dağıtmak, can sıkıntını
hafifletmek üzere sana şakalar yapabilmem, hikâyeler anlatabilmem için
ağzıma ihtiyacım var.'

'Sabahtan akşama kadar bilgisayara bakmaktan gözlerinin bozulması
kaçınılmaz olduğundan, yaşlandığımızda tırnaklarını kesebilmem,
saçlarında -görülmesini istemediğin- beyaz telleri ayıklayabilme merdivenlerden aşağı inerken elini tutabilmem, çiçeklerin renginin - gençliğinde senin yüzünün rengi gibi olduğunu söyleyebilmem için
gözlerime ihtiyacım var.'

'Ama seni benden daha fazla seven biri varsa, evet o uçuruma gidip, o çiçeği senin için koparırım bir tanem.'


Baktım, mektuptaki yazının mürekkepleri yer yer dağılıyordu.Göz yaşlarım mektuba düşüyordu.
'Mektubu okuduysan ve kalbin ikna olduysa lüften kapıyı aç canım. Çok
sevdiğin susamlı ekmek ve taze sütle kapıda bekliyorum.' Koşarak kapıyı açtım. Endişeli bir yüzle ve ellerinde sıkıca tuttuğu
susamlı ekmek ve sütle kapının önündeydi.
Artık çok iyi biliyordum: beni ondan daha çok kimse sevemezdi. O
çiçeği uçurumun kenarında bırakmaya karar verdim.



Bu gerçek aşktı.

İlk yıllardaki heyecanlar içinde görmeye alıştığımız aşkın, seneler sonra o heyecanlar kaybolup gittiğinde, huzur ve durgunluk içinde de
hep var olmaya devam ettiğini göremeyebiliyoruz.



Oysa aşk hep vardır. Belki artık heyecansız, belki artık romantik değil... Belki sıkıcı, tekdüze, hatta belki yüzsüz... Ama hep oralarda
bir yerdedir.

Çiçekler ve romantik dakikalar ilişkinin başlaması için elbette gereklidir. Bir zaman sonra bunlar gitse de gerçek aşkın sütunu ebedi
kalır.



Hayat tam da böyle bir şeydir.

Duy Beni Gökyüzü Seviyor Ve Seviliyorum



Duy Beni Gökyüzü Seviyor Ve Seviliyorum

çünkü;

varlığın en karanlık gecelerde bile dünyamı aydınlatıyor. Adınla başlayan her cümleye ibadet etmemek için zor tutuyorum kendimi..

Seni seviyorum çünkü;

tüm kilometrelere rağmen yanımda olduğunu, dokunuşlarınla değil ses tonunla bile belirtmen hoşuma gidiyor..

Seni seviyorum çünkü;

her geçen gün beni kendine tekrar tekrar aşık etmeyi becerebiliyorsun.

Seni seviyorum çünkü;

seni yüreğimin tam ortasında hissetmemle kendimi mutlu kıldırıyorsun, şiirler yazdırıp, dinlettiğin her şarkı da beni büyülüyorsun..

Seni seviyorum çünkü;

bana bugüne kadar kimsenin başaramadığı mutlulukları vadediyorsun, vaadlerin asla yalan değil,
hergün bunu hissetmek, senin için ne kadar doğru karar verdiğimi ıspatlıyor.

Seni seviyorum çünkü;

bir şairin yazabileceği en duygu yüklü şiir gibisin benim için, yaza yaza bitirilmeyecek cinsten hem de..


çünkü;

imkansız diye bir şeyin olmadığını, sadece istemenin insan hayatında ne kadar önemli olduğuna beni inandırabiliyorsun..

Seni seviyorum çünkü;

seninle yaşıyor, senin benimle varolduğunu düşünüyorum..

Seni seviyorum çünkü;

her gün nefes almak için bir sebebim var, ama sana her gün yeniden aşık olmak için binlerce sebebim..

Seni seviyorum çünkü;

benim için renklerin en anlamlısı sensin, sensiz bir hayatın resmini ne çizebilirim, ne sevebilirim, ne de kabul edebilirim..



Seni seviyorum çünkü;

içimden başka bir şey yapmak gelmiyor ve bu duyguyu hayatımda ilk defa hissetmenin keyfine varıyorum..


Seni seviyorum çünkü;

ne zaman bir şeyler yazmaya niyetlensem, kalemimin ucundan sadece sana dair kelimeler çıkmaya başlıyor.
Bazen bir aşk bestesini düşündüğümde, sanki onu sana ben yazmışım hissine kapılıp övünmeye başlıyorum kendimce..

çünkü;

hayatım herşeyiyle sana ait, ona istediğini yapabilirsin.. İncitme demeyeceğim, en büyük korkunun bu olduğunu biliyorum çünkü..


Seni seviyorum çünkü;

sen benim ellerimden tuttuğunda adeta başka bir boyuta geçiyorum ve biliyorum ki dünyanın en büyük huzuru orada. Hep orda kalsam olmaz mı..

Seni seviyorum çünkü;

ölünceye kadar yanımda olsan lanet ederdim sensiz geçirdiğim tüm o eski günlerime..

Seni seviyorum çünkü;

senin gibi birinin beni sevmesi onurlandırıyor beni, hatta daha da güçlü kılıyor herşeye karşı..

çünkü;

asla kendimi bir esir gibi hissettirmiyorsun, sorgulamıyorsun, bağırmıyorsun, acıtmıyorsun, sadece seviyorsun ve bunu bana sürekli gösteriyorsun..

Seni seviyorum çünkü;

sen benden uzak bir yerlere gittiğinde aklıma kötü hiç bir şey gelmiyor,
gözüm arkada kalmıyor, güven duygusunun nasıl bir şey olduğunu bana öğreten sadece sensin..

Seni seviyorum çünkü;

benimle yağmurda yürüyorsun.. Bu yüzden sonraki günlerde hasta olup yatağa düşsen de asla pişmanlık duymuyorsun..

Seni seviyorum çünkü;

geçmişini benim geldiğim andan itibaren yok sayıp, hayatını tamamen benim üzerime kurmuştun..


çünkü;

beni en çok sen güldürüyorsun..

Seni seviyorum çünkü;

kıskanıyorsun beni, herşeyden, herkesden, kendi gözünden bile..

Seni seviyorum çünkü;

sen benim içimdeki o şımarık kız çocuğuna katlanıyorsun, kaprislerimi o kendine özgü tutumunla cevaplarken,
kendi kendime sorup da cevaplayamadığım hiçbir soru bırakmıyorsun..

Seni seviyorum çünkü;

bu kadar nedenden sonra bile, seni neden sevdiğimi anlatamıyorum..


Söylesene Senin İsmin Ne Renkti

Söylesene Senin İsmin Ne Renkti

..tüm ışıklarını söndürdüm gözlerimde şehrin!

Siyahını çekmiştim üç-beş nöbetlerinin karşı kıyıya, hemen hemen her gece yaparım bunu. Günü teslim ettikçe düne, pembeleri solar çocukluğumun. Dibinde kırılganlıklarıyla birikir, yalnızlığımın cam askerleri.

Asılı kalır gözlerim yıldızlara... kaydıkça bilirim ki, izinde yaldızlanıp dağılır bir çaresizin daha sessiz harfleri.

Büyüdükçe, beyaz düşler bıraktı içimdeki çocuk. Açıldıkça saçlarının örgüsü, kör düğüm oldu heveslerim. Tüm inandıklarım soluksuz!

Kalpten yağmur damlaları ve isminle gökkuşağını çizmiştim beyaz kağıtlara! Toprağa düştükçe ıslak renkleri, şiirler açardı yüreğimin arka bahçesinde.... rengarenk olurdu yaşam.

Oysa şimdi !

Katili oldum papatyaların. Her yaprağında ayrılığın kan izleri kirletti mavi düş tarlamı. Sular çekildi gözlerimden. Sere serpe ölü çiçekler.

Teninin ateşine daldırıp kirpiklerimi, resmini çizerdim kızıl dokunuşlarının. Sen mi yanardın bende, yoksa ben mi kül olurdum teninde bilmiyorum. Renkleri yoktu bedenlerin, duvardaki sevişmelerde.

Öğrendim ki, renk körüymüş aşk!

ne hayalleri beyaz,
düşleri pembe..
ne umutları mavi,
huzuru yeşil!
arzuları da kırmızı değilmiş ki!
beyazda başlayıp siyahta bitermiş aşk...
belki de bu yüzdendir,
anılardaki fotoğrafların çabuk solması...

Babamın kucağında oturduğum zamanlar ne olduğunu bilmediğim her şeye – “baba mu ne? mu ne? mu? mu? ...” ve hangi rengi sorarlarsa sorsunlar, hepsine – “layvicert” derdim. layvicert saçlı kız, layvicert ayakkabı, layvicert elma şekeri... tadını aldıkça kızardı dilim, ayaklarım tozlandı, layvicert saçlarını boyadım bebeklerimin banyo dolabındaki çamaşır suyuyla ve... bakıyorum da bilmediğim ne kadar az şey kalmış yaşanmışlıklarda.

Renkler, bana bakın! büyüyorum siz iç içe girdikçe... alacanızda yine de tutunuyorum hayata.

Sezen’in sarı odalarında hüzün şarkılarını yakıyorum mum diplerinde... seni düşünüyorum, yine özledim!... yine, yine, yine!

Sen ki sakıncalı sevdam, sen ki yasaklım. Büyümemin en ağır cezasısın belki de,... razıyım. Sus!
Çocuk ol yanımda, çığlıklarım zaten senden de, benden de büyük. Haykırmayacağım adını. Dokuz boğum yutkunarak koklamalıyım tenindeki yasak çiçekleri ve uyumalıyım.

...uyumalıyım da,
Kaçıncı uykusuzluğumdayım, bilmiyorum!

Karanlık, eflatun şalını çıkarmaya başladı el ele dolaştığımız sahilde. Ardın sıra kırılan ışıkları topladı ellerim gümüş tepsiye. Yaldız yaldız yalnızlık, yıldız yıldızdı gece... ve bittim.

Siyahla beyazın farkı olmadığı saatlerde, kırmızı kostümünü çıkarıp aşkın, efkarımı tütsülemek için yaktım karanlığı. Eski bir tangonun ritmiyle, dört duvarın dipsiz köşelerinde ağını örüyorum yalnızlığın... An ile anılar arasında, her defasında, bir öncekini unutup başka sözler yazıyorum bu müziklere.... aşk şarkılarım, şiirlerim ve suskun hayalin kaldı bende.Mülteci kampındaki ölümle özgürlük arası çizgide sıkışandan farkım yok aslında. Çizgiyi geçerse ölüm, geçersem sensizlik... kalırsa işkence, kalırsam da sensizlik. İkisi de ölüm be... yokluğun ölüm.


...uzak ülkelerde olmak isterdim şimdi, hiç bilmediğim insanlar arasında, avazım çıktığı kadar bağırmak seni sevdiğimi... kimsenin anlamadığı dilde. Sonra hırsız bir rüzgar yürütmeli sesimi, sabaha karşı pencerenden içeri bırakmalı... unuttuğun ninnileri mırıldanmalıyım sana güneşin sızlayan ışığında. Bugün göğsümde uyanır mısın? saçlarımdan toplar mısın yıldızları ?
Ne çok şey sığdırdım ismine. Ne çok sevda, özlem ve onca kavga. Her şey sensin aslında. Ah bu şehir, bu sahil... her parmağının dokunuşu dipsiz kuyular açar da atar beni maviye. Saçlarımın dalgasında havalanır beyaz kelebekler. Tut, tut ki bahar sende kalsın, ben sende.

Sabaha çıkıyorum düşlerin yorgun renkleriyle. Yine yarım kalmış şiirler var yarına, yine sen dolu yaprakları dökecek zaman. Birikeceksin bende.

Karanlık gibi sarsam seni. Serilsem, sarılsam, sevişsem dizelerle, öyle bir şiir yazsam ki, hani o herkesin yazıp da yetmediği seni seviyorum’lar var ya, o bile şaşırsın. O kadar çok kullandık ki aslında, ondan mı yetmiyor sanki?

Kirpik altındaki kimsesiz sahillere bırakıyorum yaşlarımı. Esen onca mavisin bende, onca umut. Ah! bir de çıkmaza gitmese yollar. Hani akan suların toplansa coğrafyamın bakir kuyularında... konuşamıyorum!

Yorgunum!

Tüm sesleri kesildi, sesini kulağımda hissettiğimde.
Bak! bir geldin arapsaçına döndü düşlerim. Ben alışkın değilim ki -seni seviyorum- diyen adamların gerçekliğine! Sen gerçeğimsin! belki de burada yanıltıyor beni aşk.

Hafıza kaydımda ne varsa sildim, kim varsa zaten kendini sildi gittiğinde. Şimdi kaydını tutuyorum öpüşlerinin ve fısıldadığın şiirlerin. Söndürdün şehrin tüm ışıklarını, göz kapaklarımda! ...İşte şimdi yanımdasın. Bak, çekilirken gece, portakal çiçekleri koktu güneş. Duyuyor musun?

Renklerim, düşlerim yorgun
Beyazdan çaldım gecemi
Söylesene, senin ismin ne renkti?..
tüm ışıklarını söndürdüm gözlerimde şehrin!

...Karanlıktayım.

Uzakları yakın et, gel artık!

UZAKLARI YAKIN ET, GEL ARTIK!

Kırık kalemimin gözyaşlarıyla ıslandı yalnızlık şatomun duvarları. Kanayan yüreğimin kan kırmızısı ateşini giyerken yitik düşlerimin silueti; kanadı kırılmış bir kuşun resmini çizdi aşk aynasına Leonardo Da Vinci ruhum. Uzakları yakın et; gel artık!


Sensizliğin dayanılmaz karanlığında müebbet aşka mahkûm olmuş çilekeş kalbim sevda şarkılarının notalarını hücresinin duvarına yazdı, kanayan parmaklarıyla. Feryadı yükselirken mutsuzluktan şikâyet eden bestekâr gönlümün, umut sokağında yankılandı seni çağıran türkülerimin hazin nağmeleri. Uzakları yakın et; gel artık!

Yediği kurşunlardan paramparça olurken düşler atölyemin pencereleri, kırık camları süpüren bir çöpçünün ezikliğindeki çocukluğum saklambaç oynadı sonsuza dek prens ve prenses kahramanlarıyla. Uzakları yakın et; gel artık!

Zamanın ırak yalnızlığındaki ruhlar bulvarındayım. Hasret türküleri besteleyen kalbimin çığlıkları yankılanıyor çıkmaz sokakların kuytuluklarında. Unutulmuş şarkılar hatırına uzakları yakın et; gel artık!


�Neşeli Günler� filminin sıcak atmosferindeyim, eski turşucu dükkânlarının özlemiyle yanıp tutuşan ruhlara yarenlik ediyorum milenyum çağının yalnızlığında. Uzakları yakın et, gel artık!

Eski kitapların gizemi çekiyor kendine baharat kokulu kervansarayların loşluğundaki düşlerimi. Vuslatı özleyen hayallerim hatırına uzakları yakın et, gel artık!

Evrenin beyaz karanlığında derin uykuya dalmış ırak umutlar ülkesindeyim. Ücra düşlerim fethedilmeyi bekliyor. Uzakları yakın et, gel artık!

Hasret cehenneminde yanan şarap kızıllığındaki tutkularım, gözyaşları denizinde boğulmakta durmaksızın. Cennet gözlerindeki sevda ışıltısının hiç sönmemesi uğruna uzakları yakın et, gel artık!

Eski fotoğraf albümlerine gizlenen mazinin ayak sesleri bölüyor siyah- beyaz rüyalarımı. Hani insan gecenin bir yarısı ağlayarak uyanır ya, sevgiye susayarak! Bir şeylerin eksikliğini hisseder ya benliğinin en gizli köşelerinde. İşte ben öyle gecelerin tutsağıyım. Azat etme mutluluğunu tatmak için uzakları yakın et, gel artık!

Sensiz geçen günlerin anlamsızlığını duyumsuyorum, tüm benliğimle. Uzakları yakın et, gel artık!

19 Ocak 2009 Pazartesi

"Biz" Çok Yaşayalım..Siz de Görün.. :)




Biz'i hatırladıkça başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyor yüreğimiz...
Ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsak gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsak bu hislerin...
Beraberken pervaneleşen yelkovanlar, Biz'siz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain...
sınıfta, büroda, yolda, yatakta içimiz içimize sığmıyor, Biz'den söz edilince yüzümüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa,
ve , her durduğumuz yerde beraber duruyor, her baktığımız yerden birbirimize bakıyor, keyiflendikçe beraber gülüp, hüzünlendikçe beraber ağlıyorsak...
dünyanın en güzel yeri Beraber oldugumuz yer, en güzel kokusu bedenimizdeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerimizdeki kederse...
hayat Biz'imle güzel ve Bizsiz müptezelse...
elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü pembeyse,
kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar...
her şiirde anlatılan Biz'se... her filmin kahramanı Biz... her roman Biz'den söz ediyor, her çiçek Biz'e açıyorsa...
bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez özlem saç diplerimizden çekiştirip beynimizi acıtıyorsa,
iştahımız kapanıyor, iştahımız açılıyor, iştahımız şaşırıyorsa...
iştahımız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa...
elimiz telefonda yaşıyor, işaret parmağımızla ha bire Biz'i tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın Birimizden Bir'i olduğunu adımız gibi biliyorsak...
mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O’na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsak...
kokusu burnumuzdan, sureti gözümüzden, sesi kulağımızdan, teni aklımızdan silinmiyorsa bir türlü...
özlemi, sol göğsümüzün altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsak gün boyu...
hem kimseler duymasın, hem cümlealem bilsin istiyorsak...
Biz'siz geceler ıssız, sokaklar öksüzse...
ayrılık ölüme, vuslat sehere denkse...
gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de;
bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep Biz'im yüzü suyu hürmetimizeyse...
uğrumuza ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa...
dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu BİZİ zerrece ilgilendirmiyorsa,
nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsak ve bütün bu hallerimize biz bile akıl erdiremiyorsak...
kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim...
gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı, bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa...
Her gidişte ayaklarımız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve biz kendimize rağmen dönüyorsak, sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla...
...o halde bugün BİZİM günümüz!..
"Biz" Çok Yaşayalım..Siz'de Görün ;)

Üç nokta; aşktır...


Üç nokta; aşktır...


Her nokta gizli bir (ah!)tır.


Seviyorum diye haykıramamaktır.


Boğazda düğümlenen iki çift sözdür.


Dilin lal, gönlün melal olduğu andır.


Gözlerden süzülemeyen iki damla gözyaşıdır.


Hissedilen fakat bir türlü yazılamayandır.


Kelimelerin kifayetsiz kaldığı andır.


Üç nokta; hayattır... Hüznüyle, sevinciyle...


Üç nokta; bitmeyendir... Bitemeyendir...


Üç nokta; ölümdür... İçinde sonsuzluğu barındıran sondur.


Üç nokta; dünün güzelliklerine duyulan özlem, yarına duyulan hasrettir.


Geçmişle gelecek arasında kurulan köprüdür üç nokta, üzerinden bugünün geçtiği.


Üç nokta; bir an durmaktır... Bir nefeslik moladır... Bazen korkudur, heyecandır... Bütün duyguları içinde barındırandır...


Üç nokta; 'yar'dır her noktada bir harfin gizlendiği...


Üç nokta; bitmeyen duamdır ve hediyemdir sizlere!


Yaşanacak daha çok şeyiniz olsun diye...


Üç noktanız bol olsun!


...

14 Ocak 2009 Çarşamba

Aldığım en derin nefessin sen :)



Gözlerine bakarken umurumda değil mevsimler
Gülüşün hep deniz kenarı bana
Sen bir adım attığında göreceksin
Elinde balonlarla bekleyen o adam benim
Aldığım en derin nefessin sen

Dudaklarının dudaklarımdaki işgali hala yüreğimde
Nefes alıyorum ama hala bulamadım seni

Ihlamurlar Çiçek Açarken || “Peki, ne zaman açar?” || " Fark etmemişim”





Ihlamur'u Beklerken - Adige Batur


İLK

“Sizin bahçede ıhlamur çiçeği var mı?”
“Ihlamur çiçek değil, ağaçtır!”
“İyi de çiçek açmaz mı?”
“Açar”
“Peki, ne zaman açar?”
“Bilmem… Galiba en beklemediğin zamanda”


* **

Uzaklara dalıp giden bakışlarını bir noktada sabitleyip yüzüme bakmadan “bu şiiri ona okumuştum” dedi. Şiiri okumakla da kalmamış, her şeyin bittiği yeri, umutsuzca her şeyin başladığı yer yapmak için ona baharla gelen bir dönüşü vaat etmişti. “Ihlamurlar çiçek açtığı zaman” diyordu. Bu zemheri halinden bahara geçişin, yıkılmışlık halinden sonra “İşte her şeyi değiştirmek için geldim.” diyebilmenin adıydı ıhlamur. O çiçek, Sevgiliye tüm bu umutları götürecekti. Çiçekten öte bir ruhun dirilişiydi…

Günlerdir sıkıntılıydı. Her şey bu kadar zorlaşmışken ve bu zorlukların en zorları sabırla aşılmışken, “bir sır” mutluluğun önüne geçiyordu. Huzursuzluk iki tarafa da sirayet etmişti. Ayrılık, o ne kadar yok saysa da ensesinde bekleyen bir anlık öfke gibiydi. Sert ve keskin bir darbeye kalmıştı…
Ayrılık, şarkılarda söylediğimiz gibi esip geçmiyordu. Acıtıyordu, en acıyan yanını… Hâlbuki bir dağ biliyordu kendini, “Ayrılıkta sevdaya dâhil” deyip geçer giderim zannediyordu.
Oysa denge noktası vardı insanda; zoru kolaya çeviren, meşakkati sabırla yoğuran, yokluğu kanaatle bastıran… Sırt sırta verince ve muhabbet sarmaşık gibi sardığında kalpleri, anlıyordu: “Her zorlukla birlikte bir kolaylık” vardı ve bu kolaylık hemen yanı başında duruyordu. Onunla her şeye katlanmak daha kolaydı, onunla anlamak ve onunla ağlamak daha kolay…

“İnneme’n-nîsâ şakayuk’ur-rical.” İki parçaydı insan ruhu, bütünleyenini arıyordu her zaman…

Tamiri imkânsız bir sükût-u hayal yerleşince bir kalbe
Ve sonra diğerinde öfke damla damla çoğaldığında
Yani bu denge bozulduğunda, her şey değişiyordu.
Artık her kolaylıkta bir zorluk peyda olmuştu.
Hayırla başlayan her konuşma, her mektup devamında kan damlayan sözlere dönüşüyordu. Bir sevgi gün gelip bu kadar yıkıcı olabilir miydi?

Ne anlatabilen ne de anlayabilen vardı artık.
İki tarafta birbirini tanıyamıyordu…
Art niyet şüphesi her kelimeyi etkisi altına aldığında
Her söz, her hareket, her tavır, tedavi için sunulan her ilaç
Zehir sunulmuşçasına tepki görüyordu.
Yanlışlar coğrafyasında doğrular hükümsüzdü
Ve işte bu yüzden Sevgiliden gelen hiçbir iyilik
Cezasız kalmadı…

Bu karmaşanın içinde boğulan yine tüm bunları yapandı. Kendine söz geçirmekten aciz, anlamaktan uzak, öfkeye ile kol kola. “Haklı olmak” duygusu sarıyordu bir sıtma gibi ansızın bedenini ve haksızlığa uğramış olmak her öfkeyi meşru kılıyordu. Eziliyordu, küçük düşürülüyordu kendince...
Ah o “haklılık” hissiyle büyüyen kibir
O kaşıdıkça kanayan, kanadıkça kaşınan yara
Yandıkça büyüyen yangın, büyüdükçe basireti körleyen alev
Ah o içindeki öfkeyle beslenen canavar…
Ve derinlerde her şeyin müsebbibi: Gurur

Sonra vicdan, gönül mülküne sükûnet getiriyordu bir süre. Fırtınadan arta kalan sağır edeci sessizlik, tedirginlik ve pişmanlık sarıyordu ruhunu. Bu kısır döngü öfke-pişmanlık nöbetlerine dönüşürken bir uykudan uyanır gibi kendine geliyor, kırıp döktüklerini düzeltmek istiyordu. Bu defa da gurur, özür dilemeyi aşılmaz bir dağ gibi dikiyordu önüne… Ve işte o anlarda hasta olduğunu anlıyordu.
İçinde bir canavar vardı. Gururu kuşanan, öfkeyle beslenen, pişmanlıklarla kalbini zayıf düşürüp halsiz bırakan, tezatlarla direncini kıran, ruhunu karamsarlığa sürükleyen bir canavar. Adı: Nefs

* * *

Eski dikişler sökülür de kanama başlarsa yeniden
Yaralarıma en acı tütünleri basacağım ben
Yeter ki bir çağır beni çiçeklendiğin yerden
Gemileri yaksalar da geleceğim sana
On iki ayın birisinde, kesin takvim sorma bana
-Ihlamur çiçek açtığı zaman.

Bu dizeleri ıslak bir sonbahar günü okumuştu Sevgiliye. Fondaki yağmur sesinin ağırlaştığı ayrılık havasında son bir mühlet istemişti. Bu kara bulutları dağıtıp ıhlamurla gelen bir baharı serecekti avuçlarına… Devam etti sonra:
Bak işte, notalar karıştı, ezgiler muhalif
Hava kurşun gibi ağır, yağmursa arsız
Ey benim alfabemdeki kadim elif
Ne güzellik, ne de tat var baharsız (1)

Hangi Sevgili “Kadim Elif” olmak istemezdi. Tek olmak, biricik olmak bir kalbin başlangıcı olmak. Öncesi olamayan aşk, ilk adım… Elif.
O da istedi. Hiçbir söz söylemedi, mühlet vermedi, beklerim demedi ama istedi. Bunun için kalbinin bir köşesi diğer köşelerinden habersiz bekledi, ümit etti. Kimse bilmedi. Belki de hiç bilinmeyecekti…

* * *
“Ben hastayım” dedi o gün Sevgiliye. “Ama iyileşmek istiyorum, içimdeki bu uru söküp atmak istiyorum. Bu gurur, bu aşılamaz duvar; bu öfke, bu pişmanlık denizi benden uzak olsun istiyorum. İzin ver, kaybettiğimi yeniden kazanayım.”

O ayrılık gününün sonrasında güzel şeyler de oldu, hiç cevap alamasa da haberler, mektuplar gönderdi. Hiçbir yere gönderir gibi gönderdi. Hiç kimseye yazar gibi yazdı. İçten yazdı, ifşa etti sırrını. Korkunç yanlarını, haksızlıklarını, zaaflarını, şuursuzluğunu ve sevgisini yazdı. Hiç cevap almadı ama hep yazdı…

Sevgilinin kalbinde de ümit, gizliden gizliye her mektupta çoğalıyordu; yüreğinde ıhlamurlar tomurcuklandı usul usul, çiçeklendi. Ama temkinli davranıyordu. Bir yanı hep konuşuyor, öbür yanı susuyordu. Cevap yazmak istedi, yazamadı. Kalem parmaklarına takılıp ince bir ağ ördü sanki, her denemesinde kelimeler nihayetinde gelip bir yerde durdu; kalem “elif” yazdı.
Sonra rüya gördü… Kırmızı bir ırmağın kıyısında duruyordu, “Kan gibi” dedi uykusunda. Karşısında, ırmağın diğer yakasında bir “elif” vardı, toprağa saplanmıştı. Rüzgârda sallanan ağaçlar gibi iki yana doğru eğilip doğruluyordu… Uyanınca “Kan rüyayı bozar” dedi, telaşla. ”Toprağa saplanan kim?”dedi, yeniden uykuya dalarken. Uyku ile uyanıklık arasında tekrar dudakları kımıldadı…
“Kan… bozar.”

İKİ

“Anne, ıhlamur çiçek açtığında haberim olsun!”
“Neden?”
“Bir dost için.”
“Ihlamur istemedi mi?”
“Ihlamuru var da çiçeği yok…”
* **


Günler uç uca eklendi…
Sabrın sonu selamet olmadı bu defa.
Nihayetinde taş çatladı, cam kırıldı…

Mektuplar cevapsız kaldıkça gurur yeniden kuşandı kılıçlarını. Bunca gayrete, çabaya, bunca fedakârlığa Sevgili nasıl olurda karşılık vermezdi. Hiç mi vicdanı yoktu yârin? Hüsn-ü zanlar sû-i zana dönüştüğünde tüm büyü bozuldu.
Ve bir gece nefsi kuşanan adam beklenmeyeni yaptı. Yolara uykusuzluğunu dökerek şafağı başka bir şehirde karşıladı. Kabaran bir yürekle Sevgilinin karşısına dikildi o sabah. Kan kustu, gönül yıktı, hesap sordu… Yüreğini sıkan, yakan ne varsa çıkardı, koydu masanın üzerine. Sevgili dalgındı, sanki duymuyordu, görmüyordu; her şey bir hayaldi sanki. Birazdan hiç yaşanmamış olacaktı, bitsin diye bekliyordu. Her şeye böyle tahammül etmişti uzun zaman. Ama o da dayanamadı, çıkardı yüreğindekileri, o da koydu masaya. Susmadı.
Sevgilinin gönül kapısı, bu kez tamamen kapanmak için açılmıştı. O kapının ardında sükût-u hayale uğramış bir kalp ve fırtınaya dönmüş bir deniz duruyordu. Tüm bu yaşadıklarını hak etmeyen, içindeki birikmişliğe son damlanın da düştüğü bir deniz… Adı: İsyan.
Sonra “Ben” dedi, Sevgili, “küçük de olsa bir ümide kapılmıştım oysa, değişir mi, demiştim. Aldanmışım.” İlk kez böyle dik duruyordu, böyle sağlam, tavizsiz…

Karşısında duran adam tüm bunları gözlerini yere dikip dinlemişti. Elinde, masanın üzerinden aldığı bir bıçak vardı; dizinin üzerine dayamıştı, öylesine duruyordu elinde. Öylesine duracağını sanıyordu Sevgili. Bir anda öfkeyle sıkılan yumrukla kavranan bıçak, biraz önce üzerinde gezindiği bacağa saplandığında son söz söylenmişti…
Sevgili, yüzüne korkuyla kapadığı ellerini açtığında karşısındaki adamdan oluk oluk akan kanı gördü ve ardından yavaşça iki yana doğru esneyen bıçağın metalinde rüyayı yeniden yaşadı.

Nihayetinde söz bitti, gönül sustu…

Vedûd ismiyle sevilmeye en layık olan, iki kalbe birden koyduğu muhabbeti birinden çektiğinde ayrılık kaderden kazaya dönüştü… Emanet eden, emanetini aldı; hak edene hak ettiği verildi.
Ama o kadar kolay olmadı kabullenmek, bitmeyeceğine bu kadar inanmışken “bitti” demek kolay değildi…
O gün, bacağındaki yaradan daha fazla sızlayan bir vicdanla geri döndüğünde hala vazgeçmemişti. Bir ricat sayıyordu bunu, daha güçlü saldırmak için geri çekiliş… Hem daha ıhlamurlar da açmamıştı. Vakit var diye düşünüyordu. Belki bir zaman sonra daha kuvvetli ordularla dayanacaktı yârin kapısına, reddetmeye fırsat bırakmayacaktı.
Eğer… Yârin artık “ağyâr” olduğunu öğrenmeseydi…

Aceleyle yapılmış bir nişan haberi aldı önce, şaşkınlığı bile üzerinden atamadan yapılan nikâh. Beyazın en hüzünlü tonunda bir gelinlik giymişti Sevgili, arkadaşların bile çağrılmadığı, hiçbir dostun gitmediği bir düğün yapmışlardı. Vakti geçmişti ıhlamurun… Sevgili geçmişti her şeyden, bozulmuştu büyü… Tüm bunlar olurken hiç geriye dönmeyi düşünmemişti. İki yana esneyen o bıçağın parıltısında, tüm tereddütlerini sevgisiyle birlikte gömmüştü. “Elif” kendisi değildi; şimdi, her şey gibi vazgeçtiği o adamdı, anladı…
Yalnız bir yerde sarsılmıştı. Bir yerde başladığını bitirememekten korktu, zayıf hissetti kendini. Tüm bu dik duruşa, kararlılığa, gemileri yaktığı büyük yangına rağmen içindeki küçük kızın çığlığını bastıramadı: Arkadaşlarının hiç birini çağırmamıştı düğüne, çağıramamıştı. Ölümle gerçekleşecek bir ayrılığa yemin ettiği o adam da yoktu artık. Birlikte okudukları şiir zihninden ansızın geçtiğinde… Ağladı.

“Seni kız arkadaşlarından
Sevinç gözyaşları içinde
Öpen olmayacak mı

Ezberlediğin şiir

Beklediğin adam ” (2)

ÜÇ

“Oğul, ıhlamur çiçeği sormuştun ya... ?”
“Sormuştum.”
“Çiçek açmış, hatta yerlere dökülmüş. Fark etmemişim”
“...”

-----------------------------
[1] Bahattin Karakoç, Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman
[2] Sezai Karakoç, Sessiz Müzik


SaydeK44 || www.WebSancak.com

9 Ocak 2009 Cuma

Ne Kadar Yaşayacağını Biliyormusun...? Öyleyse Sarıl O'na ...




Bunca yıl yaşamışsın, hayattan payına düşeni almışsın;
Dönen bu çarkların arasındaki görevini yerine getirmeye çalışmışsın;
Mutlaka sevmişsin, sevilmişsin;
Dostların arkadaşların vardır;
Hatta seviyorum sandığın bir sevgilin vardır;
Belki bankada dünyayı satın alacak kadar yüklü bir hesabın,
Belki de cebinde sadece nefes alacak kadar yeterli bir paran vardır;
Fakat zaman zaman sorarsın kendine "böyle mi olmalıydı?" diye;
Öyle anların olur ki niçin yaşadığını bilmezsin!
Her şey anlamsız gelir!
Yüksek dağlara tepelere çıkıp haykırmak istersin!
Belki duyurabilirsin sesini birilerine;
Ne çare?
Deli diyecek en yakın dostların bile!
Ve
Neden, niçin, nereye kaçacağını bilmediğin için, o diyarları terkedemezsin!
"Çok şükür yaşıyorum" dersin!
Hayatın sana sunduğunu kabul edersin!
Lakin beyninin en kuytu köşelerinde hep bir soru işareti olmuştur!
Yüreğinin en derin yerinde hep bir ateş yanmıştır!
Bir yanın hep eksik kalmıştır!

-

Yanılıyor muyum?

-

Bazen bir sahilde dalgalarla konuşursun ve farkında olmadan öfkeyle denize taş atarsın sanki yılların içinde biriktirdiğini boşaltır gibi;
Bazen de pencerene konan bir güvercinle dertleşirsin;
Sonra bir gün gelir sanki masallardaki gibi, sanki filmlerdeki gibi aniden bir peri tarafından büyülenirsin!
Bir asır çözemediğin, harflerini birleştiremediğin bulmacayı çözersin!
Hayatın bir sır perdesi gibi bir anda açılır!
Niçin gülerken ağladığını,
Yüreğini sıkıştıran o ağır taşın nereden geldiğini,
En mutlu anlarında bile neden kalbinin hiç çarpmadığını,
Çevrende yüzlerce insan varken neden senin kendi içinde yalnız olduğunu,
Yıldızların parlaklığının niçin gözlerini kamaştırmadığını,
Güneşin niçin seni ısıtmadığını anlarsın!
Birden hiç ağlamadığın kadar ağlarsın!
Belki de kabullenmek istemezsin yıllarının bir odun parçası gibi çağlayana atıldığını;
Hayat çeşmesinden içiyorum sandığın suyun hazan çeşmesinden aktığını görürsün!
Bunca yıl alıp verdiğin nefeslerin boşa olduğunu ve aslında yaşamadığını anlarsın!
Eksik kalan bir yanın var ya?
İşte "O" eksiktir!
Her şeyin olmuştur belki!
Ama "O" yoktur!

Belki benimde her şeyim oldu ama "SEN" yoktun!
Uyandım bu bitmez uykudan!
Anladım "SEN" yoksun!
Biliyorum "SEN" eksiksin!
Yaşamaya değer "SEN"...
Uğrunda ölümü göze alabileceğim "SEN"...
Saçının bir teline tüm günahları hiçe sayabileceğim "SEN"...
Bir bakışına bütün yasakları ezip geçebileceğim "SEN"...

-

İnsan herkesi, her şeyi sevebilir! Güzel bir kalbi seversin, bir çiçeği seversin, baharı, güneşi, yıldızları, çocukları seversin... Hatta çok seversin;

Ama... "AŞK" var ya dostum?

"AŞK" başkadır...

Eğer yüreğindeki boşluğun "AŞK" olduğuna inanıyorsan?
Ve...
Bulduysan "O" insanı "O" aşkı!
Kafandaki sorunun cevabı "O" kişi ise?
Kaçırma "ONU" sonra çok geç olabilir!
Ne kadar yaşayabileceğini biliyor musun?

Sarıl "ONA"... Son nefesin gibi...!

Şêm-ü Pervanê..




Bir Aşk Hikayesi
Geceleri balkonda ışığın etrafını alan pervane böceklerini fark etmiş miydik hiç?
Ya onların aşk uğruna yaşadıklarını bilir miyiz? Yani pervanenin mum ışığıyla yaşadığı aşkın hikayesini…
Aşk bir farkına varış, bir idrak seviyesidir… ‘Aşk odu önce ma’şuka, andan âşıka düşer.’ derler, malum. Yani aşk ateşi önce sevilene ondan sonra sevene düşer. Önce sevilende bir ateş yanmalı ki pervane onun etrafında dönsün, pervane o ateşi görsün, sonra aşkının farkına varsın… Pervane aşkını ispat edebilmek için gördüğü anda ışığı, etrafında dönmeye başlar. Bir cezbedir bu. Bu cezbenin gittikçe daralan bir çemberi vardır. Işığın etrafında döner, döndükçe biraz daha yakından dönmek ister. Işığı gördüğü anda aşkı ilmel yakin olarak tanıyan pervane, onu aynel yakin bilmek istediği için gittikçe mumun etrafındaki çemberi daraltıyor. Çember daraldıkça pervanenin aşkı artıyor, şevki artıyor, coşkusu artıyor. Coşkusu arttıkça da cesareti artıyor. Aşk cesaret işidir, neticede. Ve pervane cesaretle kanadını şöyle bir değdirir ateşe. İlk lezzettir işte o acı. Acı verir, yakar içini. Ama ona verdiği acı o kadar hoşuna gider ki, daha fazla dönmeye başlar. Acı ve lezzet… Birbirine zıt bu iki duygunun bir arada olması nasıl mümkün… İşte bu noktada, azabın ve acının lezzet olmasındaki sırrı yakalamak gerek.
Azap kelimesi azp kelimesinden türüyor. Azp lezzet demek. Azabın ne olduğunu buna göre ölçün ve düşünün. İşte kanadının ucunu bir defa yaktığı zaman pervane ilk azabı duyar; fakat öyle bir lezzettir ki o azap… Bu azap ve ondan alınan lezzet, insanı yavaş yavaş nefsinden sıyırıp vuslatı mümkün kılar. Bu sefer daha büyük bir cesaretle kendini ateşe atarcasına gider ışığı kucaklar.
Ve burada ateş pervaneyi yakar kavurur. Bir buğday tanesi gibi toparlayıp yere düşürür. Artık pervane ‘hakkal yakin’ biliyordur vuslatı. Bu fenadır. Bu canını verdiği noktadır. Mumun bundan haberi bile yoktur belki. Olmasına da gerek yoktur. Bu pervanenin aşkıdır çünkü. Aşkı uğruna can veren pervanenin aşkı. Ama öbür taraftan mum da yanar. Onun aşkı da, acısı da kendincedir. Önce can ipliğine bir ateş düşer ve yanmaya başlar mum… Sonra içindeki o yangını söndürmek için gözyaşı döker. Ateşi su söndürür çünkü. Ama mumun gözyaşları onun ateşine daha da bir güç verir, elemi arttıkça artar. Ve erir can ipi, sevgilinin yolunda yok olana dek…
...
..
.
İskender Pala

..DipNot'2..

.
..
...
''şimdi
dokunsan
ağlarım belki.

ama
erimek varken
parmaklarında

ağlamak
kolaya kaçmak olur.
sevmek zoraki. ''
...
..
.

..DipNot..

.
.
.
Bir nefeslik dinlenişti hüzün...
Hep bir gülümseyişe aralanan dudaklarımı büzmekti...
Hayatın şaşırtma kuvveti öylesine büyüktü ki...

Kocaman kocaman açılmış gözlerimi küçücük bir an yummaktı hüzün...
Bir iki damla yaş da cabası.
.
.
.

Düşlerine Küsme Çocuk..






ayakları çamurdan gözleri yosundan çocuk
ellerin nasır mı tuttu yüreğinde çiçekler açarken
tutuştu mu gülmelerin gül yüzünde
günebakanlarla göğe bakarken ?..

düşlerine küsme çocuk
kavuşmayı bekle
ömrünün son basamağında da olsan
korkma ölümlerden

daha

tutsaklar kanatlanacak semaya
yıldızlar süsleyecek heyecanla geceyi

ve güneş

haykıraracak özgürlüğü barışa gebe dağlara
fısıldayacak kuşlar birbirlerine dönüş türküsünü
kızıl gelincikler açacak dikenli topraklarda
yağmur yüklüyken bulutlar..
adı konacak bağrı yanık diyarların
sorgusuz sualsiz yeşerecek fidanlar

ve

iklimler zincirlerini kırarken
doğuracak kışlar baharlarını

7 Ocak 2009 Çarşamba

Tesadüf, bir yalandı...

Tesadüf, bir yalandı...


Ortada bir 'sır' varsa gözlerine kaçmıştır.
Kocaman bir denizdi senin gözlerin.
Yetişemedim ayrılığa... Nefesim öpüşüne yetmedi. Demedin ki her öpüş bir nefeslikti..

Şikâyet gönüldendi. Senden benden çalma değil ki...


" Beni baktığın yerde asılı tut...Yoksa düşerim... "
Bahaneydi gözlerin.. Zaten..
Gidecektim...

Dün yine gözlerindeydim, içine dalgın dalgın akıyorken...
Bir dalga bir dalga daha...
Parçalandım sonunda!..

Bir şehri kuş bakışı seyretmekti gözlerin...
Bir anlık değil bir ömürlük!..

Kaçak bir hüznün içine boşalmış gibi utangaç... Bir suçu gizler gibi, geceydi gözlerin.

Bana öyle bakma.. Zaten söyleyecektim. Ya da kapa gözlerini o bakışınla...
Bakmasan da sevecekti seni yüreğim...


Gözlerine birkaç diyar öteden geldim. Bir deli gülüş senin
yüreğindeki...

Senin gözlerine asilik bulaşmış...
. . .

Benim sözlerime bir cümle yapışıp kalmış..

Üç vakit..Üç hece..Üç tas

Falcının anlattığı kadar cümle kurabiliyorum karşında.
Hep aynı şeyler… Küle dönme zamanı üç vakte kadar…
Zamanı parçalar halinde önüne seriyorum.Bütünlüğü yakalamak mümkün değil, olmadı , olmasını diliyorum.Hayırsızlığımı hatırlatıyor kahvenin telvesi…
Kara üstüne karalar bağlıyorum, kararsızca…Acabadan kümelenmiş yüreğimin kabarması…İki parmağımla tutunduğum kahve fincanı, çaresizliğimi savunur zararsızca…

Firari gecelerimde ay ışığına ortak olan fikrimin penceresi, susuzluğumu fısıldar kulağıma.
Fincanımın ters-düz edilmiş halinden kaçamak sabahlar biriktiririm.
Uçurumlar konar göz bebeklerime, uzaklığımı tırmanırım, parmaklarım kırmızıya bulaşır, toprağa ve taşa yeminlerim ulaşır.İnfaza yakın bu halim okunur kahvenin telvesinde, bendeki ne varsa, ve ne olmamışsa tüter buram buram…
İki parmağımla tutunduğum sigara dumanı, hasretimi heceler, du-ra-mam…

Ruhumun kayıt bilmezliğinden hovarda zamanlarımı kovalıyorum.Dudağımın kenarından yorgun sular süzülüyor, elimin tersiyle siliyorum.
Fiyakası askıya alınmış acılarımı kullanıyor beli hayata bağlanmış hayatın kuklası…Ne yazık! Onu da yazıyorum.Gölgesi gölgeme vurmuş yaratılanlardan öğrenirim sevmeyi, gülüşüme perde olan hüzünleri tanırım, her zamanda…
Her meclis duygularımın pazar yeri.Düşüncemi satarım köşesi belli olmayan dilenciye...
İmdat dilendiğim anımda, yanımda ne pazaryeri ne köşesi belli olmayan dilenci…
Ne acı! Bunu da yazıyorum…
İki parmağımla tutunduğum kalem, huzurumu döküyor eteklerime, taş(lan)ıyorum…

Üç vakit…Üç hece…Üç taş…

Üç vakit kaldı kıyamete…
Yer, yüzüme imkansızı kör bıçakla öğretiyor.
Konuşma ne olur! Benim dudaklarım kanıyor.Rüyamda ismini öğrettiler üç defa…
Dünyamda sana yer bırakmadılar.Konuşma ne olur! Uykuma misafirim ol ve yüreğime…
Taşı kesmeyen kalemin sahibi benim.Görgüsüzlüğümü bağışla…
Sevgisizlikten seviyesizleşti azalarım…Sorgusuzca çirkinliğimden bahsettiğim gün…Gülümsediğimin resmini çizeceğim…

Aşk Farkına Varmaktır!





Ya hersey aşktır ya hiçbir sey ,
Ya da herşey aşktandır...
Ya aşk nedir?
Tarif etmek gereklidir ve aynı zamanda hastalıktır...
Ve hiçbir tarif için bu aşkın tarifi değildir diyemezsiniz...
Ve hiçbir tarif tam değildir...
Seversiniz işte...
Kavuştuğunuz,kavuşmayı istediğiniz veya kavuşamadığınızdır aşk...
Aşk odur...
Yarım ve bayat bir simit de karın doyurur...
Bir ziyafet sofrasıda...
Zaman gelir ikisi de birbirinin yerine geçer yaşamak için...
Aşk vardır, yoktur ,şudur, budur...
Hayır hiçbiri değil....





4 Ocak 2009 Pazar

Kime FazLasın ../.. Kime Eksik ?


Görüyorum, sokağını kaybetmiş küçük bir kız duruyor ısLak gözbebekLerinde. Tüm suçLarı kabuL etmişcesine suskun. Tüm hüzünLeri kendi dudakLarıyLa emecek kadar durgun. KeLime boyLarında bir deLiveren yetişmekte. GöLgesinde ise sancıLar beLirmekte.Sınır boyLarında adressizLiğin. SöyLe bana hangi adressizLik senin?

GözLerindeki korku kime ait, bedenindeki recm izLeri kimden kaLma, dudakLarının arasındaki boşLuk kimden sana miras kaLmakta ?
BiLiyorum susacaksın adın gibi. . .Göm cümLeLeri dudak kenarLarına. Susmaya devam et boyLu boyunca.SusabiLdiğinde büyüdüğünü unutma. Tattığın acı kadar büyürsün. Yediğin ayrıLık acısı kadar oLgunLaşırsın. Yoksa büyümek istemiyor musun ? Hep mi küçük kaLmak, hep mi suskun kaLmak istersin ?
Herkes yoL aLırken hayatın derin suskuLarında, sen susuyorsun aynanın karşısında. Ayak izLerinden beLLi eğikLiğin.İstifLedim etekLerinden döküLen cümLeLeri. Sen susarsan ben diLe geLirim;

Ey AzraiL;
Cesedime vuruLmuş etiketin duvağını kaLdırdım / öp beni artık. Hem de aLnımdan..
Sızmasın içimdeki birikmişLer, irinLeşmesin bir türLü kapamayadığım gedikLerim. KoLLarımı sıvadım, kendi cenazemin arifesindeyim. Yüreğimin morLukLarını ancak öLüm pakLar.

SiciLLerim, eksiLdiğim yürekLerden ancak beni kara toprak kurtarır. Açın yoLLarı ey karanLık. . . ben geLiyorum. eLif 'in saçLarındadır zincirLerim. Körpe bir daL iken sevgi agacında, budayın beni gövdemin en kaLın yerinden. SusuşLarımdan asın beni. GöLgeLerimin soğukLuğu yetmezmiş gibi bir de yüreğimin sıcakLığına akıtın ayrıLığı.

“ Hangi ÇığLık Denk GeLir Ki Dudak Payı BoşLukLara”
Hangi ayrıLık senin ? Hangi yüz senin ?
Yüreğinden döküLmeyen mürekkebin hatrına konuş. . .

Sen ki; acıya kanat geren'din. Sen ki; Yusuf'u kuyuLardan düzLüğe çeken'din. Sen ki, acıya gözyaşını verip umudu fiLizlendiren'din. Şimdi hangi yüze çevirdin kıbLegâhını ? Hangi saf'a durdu gözLerin. BiLmediğin yerdeyim deme bana. Aynanın karşısında yüzünün biLinmezLiğinde, yüreğinin ötesinde kendine güLümsemektesin. Göremiyorsan, kır o aynayı..KırıkLarından topLa dağınık saçLarını...

SürükLeme cesedini sen / sonbahar kaLdıracak ya adressizLiğini..
Hangi cümLenin sonunda kırıLdı düşLerin..Hangi mahrem eLLerin zorLamasıyLa aLındı içindeki kanamaLı çocuk ? Susma diyorum sana susma. BecerebiLdiğin tek şey, boynunu büküp suskunLuğun secdesine başını koymak mıdır ? Unutmak dururken masada, yüreğine recm emrini vermek neyin nesi ? Tükür kiL tutmaz toprağın yüzüne. KaLdır cesedini ortaLık yerden. Sesinin kısıLdığı yerden konuş, duyuLmasa da haykır eksikLiğini. SusturuLsa da sen fazLaLığını bırak tabutuna.
SöyLesene “ sen kime fazLasın / kime eksik..”

ÜryanLığını örtmeye kaLkıştıkça öbür yamaLarın söküLüyor dikişLerinden.Uğraşma kendi ayakLarına çorap örmeye. Gözünü yumup yeLtenme artık kendine çeLmeLer takmaya. OLduğun yerde dönme öyLece, çevir yüzünü gökyüzüne. Korkma adım atmaktan. Sen ki ;yeni bir bebek değiLsin...Koca bir kız oLdun, gözLerini büyüt ve sık biLekLerini keLepçeLerinden. Kanın donduğu yerde öLürsün o kadar. Susma diyorum sana susma..eLif sustu derLerse benim ahvaLim ne oLur acep ?
Bu zan seni kaç gün yaşatır ? Bu itham seni kaç gün daha götürür. ?
Hayır kaLdıramazsın bu zânnı / bir suçun aLtından bir daha kaLkamaz gönLün.

En iyisi vur kendini en ince yerinden / öyLece kaLsın us'un.

Kime fazLasın / kime eksik. Sorma bu soruyu kendine. Çünki en iyi cevabı suskunLuğun verecektir. BiL ki kaLbin acırsa bu sorunun cevabını ararken eksikLiğin dikiLecek karşına. Yok kaLbin sevdiğine acırsa işte o zaman fazLaLığın zuhur edecek. Şimdi bedbin ve hodgam bir nefsin zuLmüne inat sen besmeLe'nin safına gir. ZüLeyha'Lığına zeLâL getirtme..SuskunLuğuna bir de heLaLLik istetme.

Unutma " bu dünyada sana ancak unuttuğun kadar yaşama hakkı veriLdi "
Unut, unutuLduğun yerden..
KırıLsa da içindekiLer,
UnutuLduğun kadar yaşarsın.

Kime fazLa isen orada unutuLursun..
Kime eksik isen orada kendini buLursun...




Alıntı

Ben aşkı dikenler teller ortasında esarete satıyorum...

Teğet SevdaLar Hapishanesi...
Saçlarının bakışlarına katran dökülmüş yar...
Işıltılı hayatlarda kalır ömür denilen yaşanmışlıklar.
Gün ortası özlemler çıkarır ateşimi.
Ayakta kalmaya takati kalamamış bir ruh
Ve beden birlikteliğiyle tutunuyorum gözlerine.
Deprem korkusuyla yaşayan bir yıkıntıdan

Fazla bir şey bekleme.
İstesem de dolduramıyorum alın boşluğumdaki üç noktaları.

Hatırası gizli düşünüşlerimi.
Takvimlerde herhangi bir gün adı
Ve sevdakeş bir mevsim kısalığı yaşıyor gecelerim.

Dört duvar ortasında eli bıçaklı kabuslar kovalıyor mahpusluğum.
Hep vurgun saatlerine düşmüş bir çığlığı ağlarken gözlerim
Yitirilmiş eldelerle yetinmeye çalışan

Tüccar defterlerine yazıyorum kayıplarımı.
Biliyorum ki nutfeye can veren Allah

Bir gün emanetini geri isteyecek.
Toprak olmaya mecbur bir vücut kalırken geride
Ruhumun medcezirleriyle birlikte,

Her güneş batışında gelecek pencerenin önüne.
Bir türkü serinliğiyle uyanacaksın.
Rüyaların dünlere tutsak özgürlükler yaşayacak.
Peşini bırakmayacak dünlerin izlerini taşıyan unutulmuşlar,
Yalanlar,eylüller,ocaklar,ağustoslar...
Unutmaya vurduğun her gönül darbesiyle kızıla boyanacaksın.
Bir dalgınlıktır alıp başını gidecek uzaklara,
Yağmurlar gülümseyecek her beni düşündüğünde.
Belki yalnızlık kokmayacak ömründeki dipnotların...
Elde kalanlarla yetinmeyi öğreneceksin,
Bir zamanlar yetinmeyi boş sayan rayihalar.
Nihavent hüzünler taşırken yangın

Pişmanlıklar susacaksın...

Ve beni düşünme nerdeyim, sadece bil yeter

Teğet geçen sevdaların

Mahkemesiz sanığı olarak müebbet yatıyorum,

idamımı infaza taşısa da saatler.

Teğet sevdalar hapishanesi burası

Ben aşkı dikenler teller ortasında esarete satıyorum...





Alıntı

Yine aylardan Kasım..

Söylenen tüm sözler, yazılan bütün yazılar sana dair.

Yapılan bütün besteler senin için, dinlediğim bütün şarkılarda hep sen
varsın. Ve bütün bu ağaçlar, bu deniz, bu rüzgar, bu yağmur senin
için...

Bir teselli ver
Kırılan gururuma
Bir tebessüm et,
Unutursun zamanla

Sana ait ya bütün yaşadığım güzellikler, bütün çirkinliklerse senin güzelliğinin onayı için.
Bu koca evren, evrende her ne varsa senin için.
Bu deniz kenarı, kayalara vuran dalgalar ve aşık olduğum yosun kokusunda
bile hala sen varsın...

Yine dalmışım
Aynada yüzüm ağlar
Yine dalmışım
Elimde fotoğraflar

Diğer tüm insanlar senin için nefes alıyorlar, sadece senin için
kendilerine verilen rolleri oynuyorlar bu dünyada.
Kırmızı ışıkta mendil satan çocuk da bıçağı bileyen amca da balkonda halı yıkayan teyze de ana kahramanı sen olan bir romandaki kahramanlar sadece.

Yine aylardan Kasım
Sanki sende kaldı bir yarım
Her nefesim her anım
Sanadır Can'ım......

İstediklerine sahip olduğunda yüzünde oluşan gülümseme yaşama nedenim, olmadığında gözündeki yaş ise benim, akıyorum damla damla...
Anlasana...

Yine aylardan Kasım
Sanki sende kaldı bir yarım......

Bil ki hala her gece; ruhuma bıraktığn bu sızı ve bana o gülümseyerek bakan yüzünün hayaliyle beraberim...

Her sözümüz dudaklarda gülüş oldu, dönmek ihtimali yok artık , o gülüşler düş oldu .

Ben Seni Seviyordum Sen Bilmiyordun

Sana uzak kentlerden birinde, zamanın bir yerinde,

Seni ve senli günleri anımsattı akşam güneşi.

Onca zamanın üstünde , eskimeyen bir düşüncesin şimdi.

İnsan her gün anımsar mı aynı gözleri

Seni seviyordum ve senin haberin yoktu . . .

Saçlarını izliyordum uzaktan .

Kulağın arkasına düşüşü ve burnun . . .

Herkesten başkaydı işte . . .

Güldüğün zaman , yukarıya bakardın .

Yukarıya kalkan başın ve gülen gözlerin vardı , ne güzeldiler . . .

Sen bilmiyordun ve ben seni seviyordum . . .

Kalbime sığmıyordu aklımdan geçenler; duvarlara, vitrin camlarına, kaldırımlara çarpıyordu, Geri dönüyordu çoğalarak .

Senin sesini duyduğum masalarda , erteliyordum her şeyi , her şeyi erteleyişim oluyordun , kalp ağrısı oluyordun , birlikte soluduğumuz sokak isimleri oluyordun .

Mevsimler değişiyor ve büyüyorduk . . .

Dönemeçler geçiyor , köprüler göze alıyor ve bazen tekin olmayan sular üzerinden atlıyorduk , cesurduk . Ufuk çizgisi maviydi , gün batımı hep turuncu ve kırmızıydı bütün karanfiller . Ben seni seviyordum , sen bilmiyordun .

Sevinçlerim oluyordun ara sıra , sen hiç bilmiyordun .

Sonra herhangi biri oldun , bütün sevinçlerim bittikten sonra . Yağmurlar yağdı , serin Haziran akşamları . Derken bir gün uzaktan gördüm seni . . .

Saçların bana inat , başın her şeye meydan okuyarak işte yine aynı , kalbimi acıttın . Her zamanki gibi değiştik sanıyordum ve sen yine bilmiyordun . . .

Şimdi bunları anlatsa sana birileri , kim bilir ı

Ya da boşver bilme en iyisi . . .

Her sözümüz dudaklarda gülüş oldu, dönmek ihtimali yok artık , o gülüşler düş oldu . .

Geceye, geceden gelene Eyvallah!

Bir şairin düşüme yansıyan sözleriyle başlıyorum ağır ağır tükenmeye...


'''Hayatımın Karşı Kıyısıydı 'O'..


elâydı
belâydı
yaraydı


Ne çok şeydi...''


...
...


Bir şiir yas/lamalı dedim şimdi geceye
Bir aşk sığdırmalıydı imgeler miktarı...
Hayal ötesi bir yolculuk firarlarım.
Akıl sızısı bir yol/suzluk adımlarım.
Geceyi bir kalem konuşturur da
Dilimi neden hep bir elim susturur?
Geceyle inceden muhabbet kandırmacasındayım.
Katedeceğim yol, olsa olsa bir kalem bir kağıt arası…
Yanında bir bardak çayla
Sadece aşk ve ayrılık kavgası…
Anlaşamıyoruz…
Bitmez tükenmez bu kalemin karası?
Nerededir acaba şu kavuşmaların ustası?


Ölgün topraklarda akıyor hayat…
Ne zaman bir 'aşk' eksem hep ayrılık biçiyorum.
Bir tutan gözyaşı eksem, bir otobüs devriliyor uçurumlardan aşağı..


Sessizce ömrüme...

Boğuşuyorum boğazımdaki iple...
Hayallerim alaşağı ediliyor...
'bir umut' Bir umut olmalı şurda biryerlerde..
Aranıyorum!


tutunamadığım ve bir daha tutmaya şansımın olmadığı yar'in ellerinde..
Yok!/luk...
Kendime dönüyorum..
Kendi elimden tutuyorum..
Yorgunum...


Anka kuşunun kanadını gördüm az önce penceremde.
Öyle solgundu, kendi masalından cayacak kadar vurgun…
‘Gel’ dedim. ‘benim masalıma soyun.’
Sustu…
‘Git!’ dedim o zaman! Masalına dön!
Bitsin burada bu oyun!
Gitti…



Kendimleyim…
Kendi masalımı karalıyorum sigara dumanı dolmuş ciğerlerime.
Gözlerim, önüm, arkam ben.
Sağım , sol/um, kalem kağıt SEN!
Dopdoluyum!
Voltasızlığımda voltalıyorum.
Düş yorgunuyum…


Uyku akıyor caddelerden öyle ıslak ıslak,
Çakıl taşları sürükleniyor kaldırımlarda.
Nereye gittiğini bilmez mi bu yağmur her seferinde?
Canım yanıyor!
Artık ağrılarıma yağmur duası da kar etmiyor…
Kapıyorum penceremi.
Geceye açıyorum içimi.
Duy ey gecenin sessizliği!
Ben şimdi geldim mi?
Yoksa hiç gitmedim mi?
Üç harften asıyorlar bedenimi!


Ölüme cesaretlidir, yüreği aşk’a gelenler.
Oysa en ürkek dokunuşlardır aşk’a değip geçenler.
Peki kim bu ellerimi delip gidenler?
Hangi korkunun bedeli bu yük?
Hangi cesaretin bedeli bu düş?
Yankılanıyor sesim candamarlarımda..
Kimseler duymaz mı sessizliğinin sesini?
Kimse görmez mi nefessiz tükenişleri?
Önüm arkam sağım solum soru işaretleri…
Uzanıyorum ufuksuz bir boşluğa
Uçurtmalarımı saldım.
Herkese kafa tutacak kadar güçlüyüm sanki.
Sevgili’nin bir bakışında yıkılacak gibi olsamda
Güçlüyüm işte!
Sormayın! 'Sanma!'yın da!


Uzak bir yerdeyim...
Şehirden ve zamandan asırlarca uzakta belki…
Sahil kenarında oturuyorum hayallerimle.
Yalınayak
Kumları iliklerime kadar hissetmek için
Savunmasız kalmayı seçtim.


Bir ‘ah’…duyuluyor uzakta ki balıkçıların kalın sesinden.
Kalkıyorum hayallerimden, bakınıyorum.
Ağlarına körpe yürekler takılmış yine..
‘Yakalandılar, yaralandırlar bir kere. Salsak ne olur salmasak ne?’ diye aralarında anlaşmazlığa düşmüş kimileri.
Bazıları nefretle, bazıları da acıyla bakıyor yerde can çekişen bir kalbe…
Amathaunta’nın elinden bir kadeh düşüyor o an yere.
‘Ah şu aşk! Ah bu deniz! Ah o yürek!
Kaç seferde aklın başına gelecek?
Bırakın denize! Nasılsa o dönüp dolaşıp yine buraya gelecek.’


Salınıyor yaralanmış her kalp, hiç yakalanmamış gibi.
Ve ne acıdır ki salından da öyle zannediyor kendini...


Kendime de pay çıkartıyorum nitekim..
Nasıl olsa o ağlardan kurtulup buraya gelmiş birisiydim.
Gece düşüyor sabahın üzerine tepetaklak.
Bir ‘yar’ sesinde perdeleniyor ışıklar.
Hayallerimi itinayla bir kenara bırakıyorum.
Üstüm kapalı!
Nasıl olsa yar hiçbirine bakıp uyanmayacak…
Nasıl olsa yar benim hiçbir sabahım da doğmayacak…


Üşüten bir gün doğumu..
Yar kokusundan bir ceket örüyorum kendime.
Şehrin herhangi bir yerinde, zamanın bir yerinde
Omzuma sarınamadığım ceketine nakışlar işliyorum.
Oysa ne kadarda yakındım o sıcaklığa o gün..
Neden kendi elimle kendimi kovmuştum?
Bilmiyorum...


Acının kılıfını dikmeye başlıyorum yine, geceye hazırlık gibi..
Oysa sabah yeni geldi şehre.
Henüz gelmemiş gecelerin hazırlığı bu içimdeki..
Gelmeyenlerden geleceklere hazırlık benimkisi..
Hüznüme küçük kalıyor bütün kılıflar...
Uyduramıyorum üzerime tam oturan bir aşk kendime...


Dilimde hiçliğe dökülen bir 'ah'
Gözlerim de yakılmış köprülere yakılan bir 'eyvah!'


Geceye, geceden gelene Eyvallah!

Saat: Hoşça/kal'dı../..Ben Kalamadım...


I

Saat: 20:45
Frekansı değişmedi duygularımın../...Hala aynı şarkıdayım...

İzmir'de uyandım bu sabah ayrılığa,
İstanbula bakındım
sanırım../..memleket sevdası gibi birşeydin sen
gitmeye bir türlü fırsat bulamadığım

yuvasız kuşların diyarından geldim,
orda mısınız bayım?
gözlerimde martılar bağdaş kurdu
sanırım uyu(t)malıyım

...

II

Saat: 23:15
uykuları uyutup yanıma gelen hayaller biliyorum../...izin ver aşk! filmin sonunu kaçırıyorum...

uyurgezer bir yalnızlıktayım,
sesiniz kaçtı içime sanırım.../..gözümden mi damıtmalıyım?
elleri yağlanmış gibi sözlerinizin,
lütfen../..müsait bir parmak ucunuzdan kaydırıverin../..sız(ı)lanıyorum..

çocukluğumun dolambaçlı sokaklarıydı adını koymadığım sevdalarım.
Kordon'dan almışım galiba bu hırçınlığı,
bu dikbaşlılık../..memleketimin dağlarından son armağanımız...
ki../ siz beni anlayamazsınız../..korkarım../..önce
bir sokak kenarında gelincik gibi inadına açmaya çalışmalısınız...

açamadınız değil mi?
iyisi mi bir koşu İzmir havası alın
sustunuz../..iyi misiniz bayım?

III

Saat: 01: 30
boğuk nefesler vakti../..açmayın kapıları../..ayrılık geçti...

sen de hissettin mi?../..bir martı daha vuruldu bu gece gök/yüzümde..
şaha kalkan özlemler biliyorum../..bilmezlikten özlüyorum
gösterime hiç girmeyecek olan bir kavuşma sahnesi izlediğim,
biletleri ben gelmeden tükenen
ve salon görevlisinin ısrarla yönelttiği soru kulaklarımda;
'biletiniz bayan?'

'afedersiniz sevdiğimde kalmış olmalı'../..hemen geliyorum..
almaya gelmiştim../..hoşça/kal'mış..



IV

Saat: 02:02
ayrılık sonrası aşk, saatleri denk getirmek oyunuydu belki../..tuttum saati../..hadi düşündüğüne kandır beni..

sende gördün mü..?/..bir ayrılık daha kaydı içime../..aşk tutmuşken dileğimi

V

Saat: 03:42
yokluğun tuttu nefesimi../..içime kusuyorum seni../..yanına ellerini almayı unutma emi..



VI

Saat: 03:55
buluşmak üzere ayrılmıştık../..buluşmamalarımızın kimbilir kaçıncı saati
içime geldiğin gibi ayarlayacaktım zamanı..
unutmuşum../..baktığımda saate, hoşçakal'da kalmıştı..

VII
Saat: hoşça/kal/dı../..ben kalamadım...



Hatice Mentes

Aşkın rengi siyahmış...


Aşkın rengi siyahmış … bütün kusurları örtebilecek, bütün yanlışları affedebilecek kadar masum ve gerçekleri hiç göremeyecek kadar karanlık…
Aşk canının acımasıymış, hiç olmadık bi anda hiç olmadık bi yerde gözyaşlarına boğulmakmış, hissettiklerini ona anlatamamakmış…
En sevdiğin senden uzaklaşırken sen ona engel olamadığında yavaş yavaş kopmakmış hayattan aşk…
Gece yatağına yattığında uyumadan önce, onunla geçirdiğin her saniyenin gözlerinin önüne gelmesiymiş…
Sana çektirdiği tüm acılara rağmen hep onun mutlu olmasını istemekmiş aşk…
Her an arayacakmış gibi telefonun başından ayrılamamakmış ve her telefon çaldığında bu o olmalı diye düşünüp aksi olduğunu görünce yüzüne vuran gerçeklere isyan etmekmiş…
Ve aşk geçermiş…. Tüm hissedilenler, onun için çekilen tüm acılar unutulurmuş…. Mutlu insan aşık olmaktan, acı çekmekten korkmayan insanmış…

2 Ocak 2009 Cuma

''Sen Bana SıfatLar Ararken , Ben Seni DuaLarımLa KundakLadım ''


“ Sen bana sıfatlar ararken,
Ben seni dualarıma kundakladım.
Çünkü tutunabildiğim son dua sen kaldın..”


Ben katil değilim…

Bitmek üzere olan ömrümün son kanat çırpınışları bu. İlmekledim kefenimi, kestim hesabımı beklemekteyim sonumu. Kaç gündür suskunluğuma kanıyor dudaklarım. İçini doldurup namlusuna sürdüğümün ölümün nefeslerine tahakküm etmiş yüreğimle başbaşayım. En dipteyim / yavaş yavaş bitmekteyim. Kavgamı ispat edemeden toprağa kavuşmanın ızdırabı içinde kendimi “ kendimde “ tüketmekteyim. Bu zamana kadar elimin değdiği her nehir kurudu. Cümlelerimin eğildiği her dal, susuzluğuma sustu. Her bir yürek bana geldiğinde ölmeyi tercih etti oysa ben eli kanlı katil değilim ki..Zanlı olmadan suçluğumun kanadı .Önce babamın gözlüklerine sıçramış ölüm sessizliği yüklendi sırtıma, sonra da doğmaya namzet kızımın / Elifimin yüreğimdeki ansız düşüğünün tarifsiz acısı..Sonra meleğim sonra canımın sahibi..Her şeyimi tükettim, erittim..Dudaklarımda ıslanmış tek dua sen kaldın…Ne olur sen de gitme gülüm çünkü ben katil değilim…


Ben karanlık değilim hüznüm..


Bu şehir bana dar gelmekte bu aralar. İçimdeki yangınları akıtacak kuru toprağı kalmadı bu kentin. Bulutları da az olur bu şehrin; yüreğimin nemini gökyüzünün eteklerine sileyim…Bu şehir / bu gökyüzü dar geliyor bana..Suçlu değilim ama susuzluğumun infazındayım. Bu satırları okurken, sakın gözlerinden izlediğim gözlerine karanlık perde etmesin. İçimdeki sıkıntı, gönül telindeki derin sızı seninle alakalı değil. Kendimin iç savaşı. Yitirdiğim sevdiklerimin verdiği boşlukların sancısı bu. Ne olur sende üzülme şimdi. Ben senin yüreğinde karanlık değilim ki; gözlerinden bir sonbahar yaprağı düşsün toprağa..
Fazla sözüm yok kendime…
Bir martı kanadındadır ölümüm.
Bir sen ol yanımda..
Gerisi bana / kirli yüzlü yanıma aittir..


Bir kum gibi ezseler de bendeki beni,
Bir sen yeşert beni gözlerinde..
Su olur akarım avuçlarından..
Umut olur yol alırım acılarımdan…
Gönlüm en bildiklerimden yakılsa da..
Sen olur açarım kuru yapraklarımdan….
Etrafım karanlık..
Gözlerin ışık…
Eşgalime çizilen bir zanlı silueti,
Sen çek beni temize…


Ezilip geçilmiş gençliğim dururken avuç içlerimde..
Sen doğur beni susuzluğuma..
Bir bir kovulsam da adreslerimden…
Kirli yüzümde beyaz sayfalar açamasam da
Sen beni dualarına kundakla…
Ne dün olabildim kendimde..
Ne de bugün oldum tarih köşelerinde..
Başarabildiğim sadece,
Sende “ senin olabilme ”


Alıntı

Hazır mısın?

Evinin seni içine sığdıramayacak kadar dar
olduğunu fark edeceksin...
Sokağa fırlayacaksın...
Sokaklar da dar gelecek...
Tıpkı vücudunun yüreğine dar geldiği gibi...
Ne denizin mavisi açacak içini, ne pırıl pırıl
gökyüzü...
Kendini taşıyamayacak kadar çok büyüyecek,
bir yandan da kaybolacak kadar küçüleceksin...
Birileri sana bir şeyler anlatacak durmadan...
'Yasamak güzel.'
'Bos ver, her şey unutulur.'
Sen hiçbirini duymayacaksın...
Göz yaslarından etrafı göremez hale geleceksin...
Ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az sonra
kollarında ölmek isteyecek kadar çok seveceksin...
Hep ondan bahsetmek isteyeceksin...
'Ölüme çare bulundu' ya da 'Yârin kıyamet
kopacakmış' deseler başını kaldırıp Ne dedin?' diye sormayacaksın...
Yalnız kalmak isteyeceksin...
Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak...
İkisi de yetmeyecek...
Geçmişi düşüneceksin...
Neredeyse dakika dakika...
Ama kötüleri atlayarak...
Onunla geçtiğin yerlerden geçmek isteyeceksin...
Gittiğin yerlere gitmek...
Bu sana hiç iyi gelmeyecek...
Ama bile bile yapacaksın...
Biri sana içindeki acıyı söküp atabileceğini söylese,
kaçacaksın... Aslında kurtulmak istediğin halde, o acıyı yasamak
için direneceksin... Hayatinin geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksin....
Aksini iddia edenlerden nefret edeceksin...
Herkesi ona benzetip...
Kimseyi onun yerine koyamayacaksın...
Hiçbir şey oyalamayacak seni...
İlaçlara sığınacaksın...
Birkaç saat kafanı bulandıran ama asla onu unutturmayan.
Sadece bir müddet buzlu camin arkasından seyrettiren...
Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek...
Boğazın düğümlenecek, dinleyemeyeceksin...
Uyumak zor, uyanmak kolay olacak...
Sabahı iple çekeceksin...
Bazen de 'Hiç güneş doğmasa' diyeceksin...
Ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler...
Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin...
Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne çıkana sarılmak isteyeceksin Nafile...
Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek...
Rüyalar göreceksin, gerçek olmasını istediğin...
Her sıçrayarak uyandığında onun adini söylediğini fark edeceksin... Telefonun çalmasını bekleyeceksin...
Aramayacağını bile bile...
Her çaldığında yüreğin ağzına gelecek...
Ağlamaklı konuşacaksın arayanlarla...
Yüreğin burkulacak...
Canin yanacak...
Bir daha sevmemeye yemin edeceksin...
Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinden...
Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksın...
Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğin için nefret edeceksin... Yasadığın şehri terk etmek isteyeceksin...
Onunla hiçbir aninin olmadığı bir yerlere gidip yerleşmek...
Ama bir umut...
Onunla bir gün bir yerde karsılaşma umudu...
Bu umut seni gitmekten alıkoyacak...
Gel git ler içinde yasayacaksın...
Buna yasamak denirse...
Razı mısın bütün bunlara...?
Hazır mısın sonunda ölüp ölüp dirilmeye...?

...ve Aşk Ateşi

...ve Aşk Ateşi
Söylemeye gerek olduğunu sanmıyorum, çünkü bunu herkes bilir ki âşık ayrılığa düşünce inde yanan şeyin adı ateş olur. Aslında bu ateşin ilk kıvılcımı, sevgiliyi gördüğümüz ilk anda, onun ışığından sıçrayıp gözümüze, oradan da kalbimize girmiş, sonra da kalbimizi tutuşturmuştur. Sonraki zamanlarda duyulan özlem, sevgilinin adını her anış, onu her hatırlayış bu ateşi biraz daha alevlendirecek ve ah ettikçe dumanı aşığın ağzından dışarılara çıkacaktır. Gözde tutuşup, gönülde yanarak aşığı mütemadiyen yakan ve yaktıkça alevini arttıran bu ateş sönebilecek cinsten değildir. Âşık ona istediği kadar su serpsin (gözyaşlarını akıtsın), elinden geldiği kadar gözyaşlarını ırmaklara döndürsün nafile, ‘’Kim bu denlü tutuşan odlare kılmaz çare su!’’ Ateş manevi (ruhani), su da maddi (cismani) olunca elden ne gelir. Hani şair Karamanlı Nizami der ya:

Yandırıp yaşımı dökse ne aceb zülf ü ruhun
Ki biri ateşe benzer biri dütün gibidir

‘’Kara zülfün ile kırmızı yanağın beni yandırıp yaşımı dökse şaşılmaz. Çünkü zaten onlardan birincisi duman misali, ikincisi de ateş gibidir.’’

Suyla söndürülemeyen bu ateş, hava olup uzun ‘’aaaah!’’larla aheste aheste göklere çıkar. Ta ki âşık dört elementten süzülmüş, yani varlıktan geçmiş, yani kendinden vazgeçmiş ve sevgili için ad bulmuş, adı âşıklar defterine kaydolmuş olur. Yoksa Ferhad, Mecnun, Kerem, Romeo, Tristan, bülbül, pervane adlarını nereden bilecek, onları aşk ile anacaktık!?..

Âşığın içini kavuran ateşten başka onu çevreleyen bir ateş de vardır. Sözgelimi sevgilinin yanağı ve dudağı ateş rengindedir. Zaten aşkının yakıcılığı buradan gelir. Üstelik aşığını büyülerken bu ateşleri kullanır, onunla büyüler, sihir ve tılsımıyla kendinden geçirir. Her büyünün içinde elbette ateş yer alır. Dahası, âşık sarhoştur, mesttir, kendinden geçmiştir. Zaten şarap da ateş rengi dolayısıyla ‘‘ateş-i seyyale’’ (akıcı ateş) olup aşığın elinin altında bulunur. Onun bağrında yanan ateş lale misali sonunda varlığına bir dağ vurur. Hani gelinciğin bağrındaki çiğ tanesine düşen yıldırım gibi.

Divan şairine göre tasavvufi seyr ü sülûktaki ‘‘Hamdım, piştim, yandım!’’ teslisi gibi âşık da hamlığından ateşle kurtulur, pişer ve sonunda yanıp varlığını sevgili için feda eder. Burada da âşık severek büyük bir ışık kazanır ve o ışıkla parlar. Âşığın parlaması için evvela maşukun ateşini hissetmesi gerekir.

Pervâne şem’ini uyandıramaz
Başta sevda kalbde nâr olmayınca

Karacaoğlan

Bu, ‘‘Başta sevda, kalpte ateş olmayınca pervane mumunu yakamaz’’ demeye gelir. Biz onu tersinden ifade edelim: ‘‘Mumun başında ışık uyanabilmesi için onun uğrunda başını sevdaya, kalbini ateşe vermiş bir pervane gerektir.’’


Dört Güzeller/İskender Pala

Külün İçinde Saklı Ateş (İskender Pala)

Külün İçinde Saklı Ateş (Alıntı İskender Pala)
Küllenmiş her düşüncenin, her duygunun içinde iyi yahut kötü, acı yahut tatlı, neşeli yahut hüzünlü elbette bir kor sıcaklığı vardır ki, eşelendikçe alevi ortaya çıkar.

Bazen ısıtır bu alev, bazen yakar. Olumlu ya da olumsuz bütün hayaller, bütün idealler ve bütün arzular sonuca ulaşmadıkça, hedefini bulmadıkça elbette kül içinde saklanan kor gibi sıcak bekler. Küçük bir esinti, azıcık bir savrulma... Bir hatırlama... Küçük bir dokunuş... Hele içinizi bir yoklayın...

Zamanın hızlı akışı, feleğin hızla dönüşü içinde her şey bizim istediğimiz rengi göstermeyebilir, bizim istediğimiz biçimde tahakkuk etmeyebilir. Bağrımızı yırtmanın, yüreğimizi parelemenin, ciğerlerimizi kan doldurmanın faydası da yoktur üstelik. Bu bir ayrı sınav biçimidir. Tesellisi hep ertelenen bir sınav...

Çoğu insan kendisinin, asıl bulunması gereken yerde olmadığını hisseder. Aslında belki tam da bulunması gereken yerde olduğu için kabullenmek istemez. Çünkü küllenen hayallerine alevlenmeyi bekleyen nice korlar gömmüştür. Bedel ödemeden, yüreğini tutuşturmadan, kendini yakmadan gelinebilecek mertebelerin elbette bir seviyesi vardır; ve bir de yolları çile ile yürünmüş ve kabullenilmiş makamları... Bütün korların küller içinde gül gül olduğu makamlar... Hayret makamı, aşk makamı, sükûnet makamı, teslimiyet makamı...

İşinizde ve aşınızda, sevincinizde ve kıvancınızda, düşlerinizde ve görüşlerinizde tutuşmayı bekleyen korlar yurt tutmuşsa eğer, eskilerin düstur edindikleri şu beyti teselli babında vird edinmenizi tavsiye ederiz:

Ele girmezse eğer sevdiğimiz
Ne çâre, eldekini sevmeliyiz

Erdem, işte bu asaleti gösterebilmek, kazaya rıza ile cevap verebilmektir. Hele bir düşünün, buraya ağlamaya mı gelmiştik, gülmeye mi; ölüyor muyuz, yoksa doğuyor mu?!..

İskender Pala (Mir'at)

Sevmenin Tabakaları |ı| İskender PALA


Sevmenin tabakaları, muhabbet, aşk ve dert olmak üzere üç derecedir:

- Muhabbet odur ki, mahbubunu görürse memnundur, görmezse kaydında değildir.

- Aşk odur ki, mahbubunu görürse memnundur, görmezse mahzundur.

- Dert odur ki, mahbubunu görürse de mahzundur, görmezse de mahzundur.

Biz bu dünyaya bir sevgili için âh etmeye geldik o kadar...

Hadi gel Bana..




hadi bana gel...inandır bana umutlu günlerin olduguna..koynunda uyumayı özledim..

hadi bana gel...sar yaralarımı..nefesim kesiliyor..öp beni..bukez öpücüklerin kes sin nefesimi..karanlıgım degil...

hadi bana gel...götür uzaklara...neresi oldugunun önemi yok...tut elimi gidelim yeter..

hadi bana gel...yoruldum..rol yapamıyorum..mutluYMUŞUM gibi davranamıyorum...güçlüyüm de diyemiyorum..

çabalamaktan yoruldum..birazda ben keyfini sürim istiyorum bu yaz akşamlarının..

hadi bana gel...mumlarımızı yakalım..tütsülerimizi yakalım..en güzel kokularımızı sürelim..doyasıya sevişmenin tadına varalım..

hadi bana gel..en güzel şarkıları gözlerime bakarak söyle..çok ihtiyacım var..konuş benle..sakın susma...sesine nefesine muhtacım..

hadi bana gel...sil gözyaşlarımı..ömrümsün de..gözlerimsin de..bitecek kabus de..

hadi bana gel...sarhoş olmanın tadını çıkaralım..başımız dönene kadar içelim..bukezde biz döndürelim dünyayı..o bizi degil biz onu döndürelim..

hadi gel bana..vazgeçmek üzereyim..iyi hatıralarımı anımsamak güçleşiyor..hafızam da en az kalbim kadar yorgun...

hadi gel bana..ışıkları bir bir söndürelim..yıldızlarımız çıksın...

onlar çıksın ki bana da nefes almak için bi neden çıksın...

HADİ AMA...ARTIK GEL BANA...

Hoşgeldin aşk




Kapılarımı yıkmaya geldin demek,
kilitleri kırıp yüregimin derinlerine sızmaya ve beni esir almaya öyle mi...
Oysa ben hep kaçmıştım senden
bunca zaman yıpratılmak korkusuyla..
Ya da köşe bucak saklandıgımı sanırken
bile hep peşimdeydin belki de...Megerse ne kadar yakınmışım sana;
ne kadar içimdeymişsin hiç fark etmedim..

Nice sevda büyütüp göz bebeklerime sakladım ki bana seni getirene armagan edeyim diye.
Bugün güneş pencereme
daha parlak dogdugunda anladım hayatıma girdigini...
Kışlar daha bir bahardı sanki,
baharlar daha bir yeşil gelecekti artık gönlümün kırlarına...
Düşlerim daha pembe; pembelerim daha mavi dolaşacaktı gökyüzünde.
Gözlerim daha bir ışıldayacaktı
sebepsiz pırıltılarla etrafı seyrederken, ve hayat daha yaşanılır olacaktı artık seninle...
Aslında beklemiyordum seni ama iyi ki geldin...
Madem ki uzak diyarlardan geldin kalbime dolmak,
içimi ısıtmak için...
Madem ki baharı serdin
yüregimi üşüten ayazın üstüne ve ışıgı oldun göz bebeklerimin...
Madem ki gecenin grisine yıldızlar dokuyup,
gündüzüme bir güneş daha kondurarak girdin hayatıma;..
Öyleyse AŞK ,hoş geldin gözlerime..