2 Ocak 2009 Cuma

...ve Aşk Ateşi

...ve Aşk Ateşi
Söylemeye gerek olduğunu sanmıyorum, çünkü bunu herkes bilir ki âşık ayrılığa düşünce inde yanan şeyin adı ateş olur. Aslında bu ateşin ilk kıvılcımı, sevgiliyi gördüğümüz ilk anda, onun ışığından sıçrayıp gözümüze, oradan da kalbimize girmiş, sonra da kalbimizi tutuşturmuştur. Sonraki zamanlarda duyulan özlem, sevgilinin adını her anış, onu her hatırlayış bu ateşi biraz daha alevlendirecek ve ah ettikçe dumanı aşığın ağzından dışarılara çıkacaktır. Gözde tutuşup, gönülde yanarak aşığı mütemadiyen yakan ve yaktıkça alevini arttıran bu ateş sönebilecek cinsten değildir. Âşık ona istediği kadar su serpsin (gözyaşlarını akıtsın), elinden geldiği kadar gözyaşlarını ırmaklara döndürsün nafile, ‘’Kim bu denlü tutuşan odlare kılmaz çare su!’’ Ateş manevi (ruhani), su da maddi (cismani) olunca elden ne gelir. Hani şair Karamanlı Nizami der ya:

Yandırıp yaşımı dökse ne aceb zülf ü ruhun
Ki biri ateşe benzer biri dütün gibidir

‘’Kara zülfün ile kırmızı yanağın beni yandırıp yaşımı dökse şaşılmaz. Çünkü zaten onlardan birincisi duman misali, ikincisi de ateş gibidir.’’

Suyla söndürülemeyen bu ateş, hava olup uzun ‘’aaaah!’’larla aheste aheste göklere çıkar. Ta ki âşık dört elementten süzülmüş, yani varlıktan geçmiş, yani kendinden vazgeçmiş ve sevgili için ad bulmuş, adı âşıklar defterine kaydolmuş olur. Yoksa Ferhad, Mecnun, Kerem, Romeo, Tristan, bülbül, pervane adlarını nereden bilecek, onları aşk ile anacaktık!?..

Âşığın içini kavuran ateşten başka onu çevreleyen bir ateş de vardır. Sözgelimi sevgilinin yanağı ve dudağı ateş rengindedir. Zaten aşkının yakıcılığı buradan gelir. Üstelik aşığını büyülerken bu ateşleri kullanır, onunla büyüler, sihir ve tılsımıyla kendinden geçirir. Her büyünün içinde elbette ateş yer alır. Dahası, âşık sarhoştur, mesttir, kendinden geçmiştir. Zaten şarap da ateş rengi dolayısıyla ‘‘ateş-i seyyale’’ (akıcı ateş) olup aşığın elinin altında bulunur. Onun bağrında yanan ateş lale misali sonunda varlığına bir dağ vurur. Hani gelinciğin bağrındaki çiğ tanesine düşen yıldırım gibi.

Divan şairine göre tasavvufi seyr ü sülûktaki ‘‘Hamdım, piştim, yandım!’’ teslisi gibi âşık da hamlığından ateşle kurtulur, pişer ve sonunda yanıp varlığını sevgili için feda eder. Burada da âşık severek büyük bir ışık kazanır ve o ışıkla parlar. Âşığın parlaması için evvela maşukun ateşini hissetmesi gerekir.

Pervâne şem’ini uyandıramaz
Başta sevda kalbde nâr olmayınca

Karacaoğlan

Bu, ‘‘Başta sevda, kalpte ateş olmayınca pervane mumunu yakamaz’’ demeye gelir. Biz onu tersinden ifade edelim: ‘‘Mumun başında ışık uyanabilmesi için onun uğrunda başını sevdaya, kalbini ateşe vermiş bir pervane gerektir.’’


Dört Güzeller/İskender Pala

Hiç yorum yok: