2 Temmuz 2009 Perşembe

İçimdeki boşluga düş... ben tutarım seni ? |3|

Geçilmiş bir sokak.

sesi bozuyorum...
ayarlarıyla oynuyorum dizelerinin..
sen bahtsızlığına yan...

Bir gemi...
Güvertesinde sonsuzluk adımları...
Bir deniz...
Karayı bağlamış özlemime...

Şehirler kapıyor hikâyelerimizi her yeni günün geceden uyanan uykusunda...
Çizdiğim resimlerin tükenmeye yüz tutmuş tuvallerinde bir kare, dondurulmuş, on sekizli bir tarihin, ağustosun derinliğine karışan yalnızlığında...


Nicedir uzağım sıcaklığından... Gözüme girmeyen uykularımın hemen yanı başında sen yatıyorsun...
Nerdesin?

Hadi düş içimdeki boşluğa... ben tutarım seni ?

Zifiri karanlıkların bedenime iliştirdiği tenhalıktan, ıssızlığın göz yaşlarıma değen soğukluğundan ve bu yolların kilometrelerle hesap tutan uzaklığından çekip alabilmek bir sevdayı... Usulca düşen bakışların gölgesinde uzanmak bir ömür boyu...


Kuzeyin doğu yönündeki bir denizin özleminde şimdilerde beklediğim... Yemyeşil bir açıklıkta sahile dökülen yazıların huzurla kavuşmasında...
Yakındır diyor takvimler susuzluğumla çatlayan dudaklarıma... Bir sabah özlemle beklediğini yine bugun bir özlemle saracaksın.


Hangi şarkıyla geleceğini biliyorum:


Şavkıması sana doğru yolların,
Sana doğru, denizlerin çağrısı
Çırıl çırıl ötelerde bir güzel
Günaydınım, narçiçeğim sevdiğim...

Yeşil bir ırmağın büyülü sesine bıraktım dizelerimi bu gece...
Yaşam salıncağının en hızlı yerinde bu defa durmak istemiyor ruh...
Rüzgâr geceden aşağılara doğru bir yere esiyor...
Uykulu gözlerimde, heyecanlı bir bekleyişin kıpırtısı salınıyor...

Bekliyorum ; içimdeki boşluğa düş... ben tutarım seni ?

Oyalana oyalana bir günün hesabını döktüm yine avuçlarıma. Ellerimde kalanlar ve çokça elimden gidenler...
Hangi resmi alıp başka bir yere taşısam, altından mutlaka başka bir şey çıkıyor. Yırtmakla da bitmiyor bazen geçmiş...
En iyisi kuytu çekmecelerin en seviyeli müdavimleri olmaya devam etsinler. Hem böylece varlıklarından uzun süre haberdar olma şansım da azalır...

Avuttum...

Diz kapağımda, sabah serinliğinin acısını çoktan unuttuğum yara izi saklı... Çok istedim; çok istedim silinmesini ama bir türlü gitmedi.
Peki ya bunu hangi izbe köşeye saklayacağım? Bilen var mı?
Yaşamın oyunları içinde oyun olan ve sayı saymayı dahi unutturan öyle çok anı deposu var ki içimde.
Kapaklarını kaldırmaya ne gücüm yetiyor artık; ne de açmak için en ufak bir istek saklı duruyor düşüncelerimde.


Umursamadıklarımdan...


Ve bir koku...
Anlatamayacağım kadar ilginç bir gün dönümünde tenime yapışan; silinmesini hiç istemediğim ve bir ömür boyunca taşımaya gönüllü olduğum bir koku...
Biraz sessizlik...
Bir tutam ay ışığı....
ve biraz aşk...
...
hadi uzan dizlerime, uyandırmadan yalnızlığı....

Bazen sadece uzaklığın kalbinde atar sevdanın susuzluğu...
İçimdeki boşluğa düş...ben tutarım seni ?

Kollarından yakaladığın, doyumsuz bir sabaha sarıldığın gece rüzgârı merdivenlerden aşağıya doğru yavaşça kaybolur.
Geride kalanlarsa ılık bir kelimedir içten içe derinlere yayılan...

Özlemin merdivenlerinden aşağıya kaç adımda inilir ki...?


Takılıp basamaklara içimdeki boşluğa düş...ben tutarım seni ?

Sadece uzaklık var diyorsun ya;şimdi sen gecene dolan neme hapset her bir damlamı...
ve bir ; ve bir sarkacın yinelenen sesinde uzan, sesimin seninle gülümseyen çağlayanına...

Uykunda ve uykusuzluğunda...

Kabuğu soyulmuyor artık tırnaklarımda biriktirdiğim kurumuş terlerin... Onlar ki parmaklarımla açtığım acılarımdı ...
Eski bir şarkının teline dokunmuyor yüreğim...
Her ne varsa sakladığım çocukluğumdan bu yana, şimdi dinlenme vakti...


Saç tellerimden akan bir yağmur damlası gibiydiler... Onca acının üzerine örtülmüş, birbirinden habersiz ve öylesine masumdular...
Köşeleri hep ben kapardım. Belki de onlardan kalmaydı; bir yanımı güvende tutma isteği.
Hangi aklın yola koyabileceği meçhûldü yerinde duramayan çocuksu heveslerimi...
Bir yanım durmadan çekiştirirdi diğer yanımı. Sanki birbirinden ayrı iki ben gibiydik bedenimle...

Sen yinede içimdeki boşluğa düş... ben tutarım seni ?


Sonraları suskunluklarımı biriktirmeye başladım. Ne zaman yağmur yüklü bir bulut olsam, korkup kaçtım ulu orta ağlamaktan...
Göz yaşlarımı bile kıskanır oldular...
Yine de sustum...
Suskunluğum, içimde bir türlü açmayan papatya gibiydi...


Yaralarım... Kor parçası düşlerim... Kırdığım ben'ler...
Yerine koyamadığım, koymaya çalışırken dikenli tel örgülerinde kanadığım nice geçimsiz duygu...
Geçinemedim...


İlk nefesim...
Gözlerimdeki gülümsemeye sahip rüzgârım...
Kırılgan yalnızlığım...
Sana yağıyorum tüm son bahar aşkları adına...

Önce çocukluğumu,
sonra da geri kalan hayatı, hayatımızı bana verdiğin,
piyanonun tuşlarında siyahımı beyaza, beyazımı siyaha karıştırdığın,
ve canımın cananı olduğun için
şu anda ve daima..
Avuçlarım korkmuyor artık tutunamamaktan...

Biliyorum, içimdeki siyahlıkta olmasa kaybolur giderdim gerçek bir karanlıkta...
Mezar taşı elimi yakıyor...
Yokluğunda bir adres karmaşası telaşesinde yüreğim...

Adımlarımı toplasam, sana bölünür müyüm ...?
Bölünmeden içimdeki boşluğa düş... ben tutarım seni ?

Bizi tutsaklığımıza alıştıran seyrin sessiz dakikaları...
Hızla yayılan bir kararın hemen sonrasında,ansızın tek başıma bıraktın beni...

Ayrılık mı...?
Güldürmeyin beni..
Biz yalnızca şehirleri terk ediyoruz, birleşmek için...


-Geliyorum...


Bir virüsün hızla vücuda yayılması gibi...
Taze bir yaradan damlayan kan gibi...

...

-Geliyorsun...

Yolların masalını anlatmaya geldi...
Sesini duyarken gözlerimdeydi...

Yıkım(!) başladı...
Bu defa geriye doğru değil; ileriye doğru yıkılıyorum...

Bir bakış...
Zamanın yorgun anlara kilitlendiği bir aralıkta gelip de içime yerleşen, tüm o saatlerin resmi...
Topu topu iki çevirişte devriliyor kapının yalnızlığı... Açıyorum ve ardında 'bize ait' kokuların sindiği koca bir hayat...

Hadi açsana kollarını...

Alkışlanan bir yaşamın neresinde durur oyuncular ve biz hangi rolümüzden kalma acılarımızı ortaklaşa yaşıyoruz farklı zaman dilimlerinde farklı şehirlerde...?


Şimdi kapa çeneni ve sadece sessizce ;içimdeki boşluğa düş...!

Var ettiklerimi bir kalemde yıkmana izin vermeyeceğim...

İçimdeki boşluga düş... ben tutarım seni ?

Bir yaşamın yeni bir nefesle yeniden anlam kazanması ve sonrasında zoraki katlanılan bir yığın, sebebi şehirlere bağlı ayrılıklar peydahlıyoruz zamana karşı... Neresinden bakıyor yaşam bize veya biz yaşama nereden bakıyoruz?

Bize rağmen üzerimize basıp geçen, yalnızlığın düğmelerini hoyratça ilikleyen ve gecelere sığınmamızı sağlayan öyle çok yazgımız var ki geçmişten bugüne getirdiğimiz...

"Ateşlenen ruhumun ihtiyacı var yağmur ellerine, ben yetişemiyorum yâr..."

Bir düş sekmesi beliriyor ellerimin kelimelere dokunan yalnızlığında...
Bahar ın korunaksız damları işlemişti yüreğinin ince, kırılgan ve sessiz haykırışlarını yüreğime...

Rüzgârın hafiften içime dokunduğu gecelerde, rüzgarlığımı unutup gözlerimde beliren düşün yolcusu oldum daima...

En çok da sırtımda asılı gidişlerinin öyküsüne büründüm...
Noktaların raksını hep bana bıraktın sen...
Gözlerim yorgun, zamanın ayarsızlığında kaç gece geçip gitti o bahar...

Düşlerimdin, rivayetini şimdi yaşadığım...

içimdeki boşluga düş... ben tutarım seni ?

Yaza dokundum...
Bekle geleceğim derken, geldin...
Gelmek için gitmem gerek diyerek...

Çocukluğumun en güzel düşlerine sarılarak uyuyorum şimdilerde...
Aşkım ibret olsun geçitsiz yollarıma.
Bu defa makasın biçtiği en güzel kumaşın ipeksi dokunuşunda saklanıyorum...

"Kalbimdeki kuyunun sahibi sensin, yansıması yanaklarıma vuran...."

Papatyalar...

Hani yıllarca baş ucuma gün gelir de biri bırakır diye uykumun en sessiz gülümseyişlerinde beklediğim, kokusuna hasret kaldığım düş örgülerim...
Hiçbir papatyayı içimden geldiği gibi koklayamadım ben. Nefesimi kesen, keskin bir şey saklanmıştı sanki içine, elime ne zaman uzatılsa...
Doyamadım...

Gece yırtılan bir kağıdın can çekişen yerinden kopuyor sanki...
Adın...
Adına yasladığın on yıllık yürüyüşün...
Köprünün karşı tarafında bekleyen buğulu bakışların...

Sen...

Sana ne desem de, bu tarifsizliği dindirebilsem içimde bilmiyorum. Bazen lanet olası parmaklarım yokuşa sürüyor her şeyi.
Ruhumda beliren cümleler dökülmüyor inceden... Müziğe yüklüyorum, ışığı söndürüyorum, belki bir mum yakıyorum; ama nafile...
Hiçbir şey saklanan kelimeleri yerlerinden çıkarmama izin vermiyor sevdiğim...

Ama sen yinede içimdeki boşluğa düş... ben tutarım seni ?

Yanı başında tüketmek vardı ya dillenmeyen yanımı, onun da üstesinden gelemiyorum...
Yollar teker teker örüyor senli özlemleri de, ben sana böyle kilometrelerin kucağında dalıp gidiyorum...
Bak işte yine sızlanıyor kirpiklerimin ucunda tatlı bir damla... Dudaklarım küçük bir çocuk gibi büzülüyor...
Zeytin dalı içime akıyor...Ara sıra çekip harflerin dizgisinden sana bakıyorum...
Sonsuzluğa aktığım yarimin uzaktan da olsa kıvrımlarına terk ediyorum bakışlarımı...
Öyle çekmişim ki içime seni, sanki hiç yaşamadım koskoca taşıdığım bir ömrü...

Ne yangın, ne sel, ne de deprem sancısı özlemin adı... Özlemin sokakları ne de genişmiş...
Her adımda bambaşka bir köşe başından canhıraş sana koşuyorum. Bu ne bitmez bir susuzlukmuş. İçimdekini ancak seninleyken çözebiliyorum...

Atrık düş içimdeki boşluğa... ben sarmalarım seni ?

Huzurun dama taşları siyah ve beyaz sevdiğim... Konukluğumun süresi yok sana...
De ki bir an, de ki bir dakika de ki bir ömür...
Sana biçtiğim geleceğin süresi yok... Ben seni avuçalrımın arasına sıkıca kapattım...
Küçük ellerimde kocaman bir yüreğe ömür verdim, ömür oldum...

Şimdi ellerim, o küçük kızın henüz sesi duyulamayan yalnızlığında. Bir gün onun da bakışları dolduracak göz bebeklerimizi.
Evimizin odalarında minicik adımları dolaşacak rengârenk elbiselerin içinde.
Halının üzerinde karışacak üçümüzün ruhları birbirine, ve biz; ve biz en güzel öyküyü fısıldayacağız kulaklarına zeytin dalı eşliğinde...

Duyuyor musun...?


" Özlemime yol olan, bu dar sokakları içimden çekip alan bakışlarını sakla sevdiğim...
O sıcacık; sıcaklık halâ aklımda, ki bir sana açılır dolunayın düşeyazdığı sayfalar"


O papatya kokusu var ya, işte o bu aşkın içinde saklamış kokusunu...
İlk defa içimde kokuyor, tam da ellerinin yüreğime değdiği yerde

Sokaklar geçiyorum ardımda bıraktığım yüzlerce tanımadığım yüzle...
Bir anlık yanılsama ve sonrasında koca bir taş parçasının dizlerimde bıraktığı acıyla, sıkıca gözlerimi yumuyorum...
Biliyorum gökyüzü orada, yine de açmıyorum gözlerimi...
Biraz sakinlik ve elbet dinlenmiş bir beden istediğim...
Ruh üşümelerinden arınıp sıcak bir yastıkla bütünleşen bir omuza dayamak tüm geçmişi, gelecekle birlikte...
Denizin yosun kaplı derinliğinde, yemyeşil bir vadiye uzanıp ellerime değen adamın kırılgan özleminde ve saçlarımı okşayan dinginliğinde deniz suyunda kaybolmayı bekliyorum...

içimdeki boşluğa düş... ben tutarım seni ?

Ayların dökümünde sakladığım bir sevdaydı bizimkisi... Çocukça isyanlara hapsedip kimi zaman karşılıksız bıraktığım bir buluşmaydı...
Ani ve kanımı donduran sözcüklerle, amansız bir aşkı kalbimin duvarlarına işlediği gecelerde, minik de olsa bir umudu paylaştığım...
İstanbul'u, hiç beklemediğim bir ağustos gecesinde algılarım arasına sıkıştıran yârimdi O...

Onu sevmek içimdeki son baharı kıskandırıyor ve her defasında bir yaprağın daha düşmesi beklenirken mevsimden, bir yaprak bu aşka düşüyor turuncu ve sarının edalı salınışıyla...

Kalplerimiz yokluğumuzun çöllerinde dolaşıyor ve yüreklerimiz her gece kelimelerini topluyor geceden...
Her virgül, bir sonraki gülücüğün habercisi...

Aşk bu, ruhun virüsü...
İlk ne zaman bulaştıysa, o zaman geçti tenimizden ömrümüze...


Sessiz bir isteğim var senden şimdi hayat, çığlıklarımın arasına sıkıştırdığım...

Duy-sana...
Kıskanırım ben seni, bensiz dokunduğun sayfaların ağıtlarından...
Dirseklerimden akar kan aşağıya yavaş yavaş da, söylemem sana...
Çocuk oyunlarına saklarım içimdeki ağlayan çiçeği...
Bilirim kıyamazsın koparmaya, içime düşmüş canların tazeliğini...
Sarılınca alacağını bilirim de, ses etmem sana...
Çünkü bir tek sen çözersin geceyi bağlandığı yerden; gözgözü görmez olsa bile...

İçimdeki boşluğa düş... ben tutarım seni ?

İlk yarışım bu seninle... Yeni birgüne yetişmeye çalışıyor kalbimizden söktüklerimiz...
bir sen...
bir ben...
Hangimiz önce yolculuğunu tamamlayacak bilinmez ama; sana gelirken aldığım hazzı anlatmak da bana düşmez...
O yüzden bıraktım peşi sıra gelen sözcüklerin dertlerini dillendirmeye usulca...


Önce rahat bir yer hazırlayıp kendime, bakışlarından kalan birkaç dakikalık esintiyi, savurdum saçlarımdan aşağıya.
Sonra, fısıltıyla karışık kulağıma bir pazar gecesinin seslerini mühürledim.
Canında yaşattığın bir diğer parçayı da alıp sakladım içime... Ara sıra takılırsam alıp koynuma koklayayım diye...

ve işte yolculuğumuz böylece başladı...


Farzet ki şehrin caddelerinden geçiyoruz... Elimizde Baharın tene vuran sıcaklığı, gözlerimizde tatlı bir son bahar...
Rengarenk kuşanmışız sevdamızı...
Her ayak basışımızda, birbirimizden ayrı geçirdiğimiz günlerin hesabını soruyoruz kaldırımlara...
Aşk yanyanalığımızda resmiyet kazanıyor, hiç olmamışçasına...
Tende huzur var...


Şehir şebekesi itinayla geceyi bitirmek için çabalasa da; bir yolunu bulup yine aşkı simsiyah giydin bak işte...

“Tuzlu tatlar damağımda...
Geceden kaçırdıkça seni, daha beter düşüyorum içindeki denizlere...”

İçimdeki boşluğa düş... ben tutarım seni ?

Kısa bir ara vermeme müsaade etmiyordu bakışların...
Sayfalar değiştikçe yüzüne vuran renklerin yansımasına karşılık, olduğum yerde durup sana bakmayı tercih ettim…
Öyle uzun zaman olmuş ki ; korkularımdan uzak tutunmayalı…
Gözlerimin içinde kocaman bir hayretle kilitlenip kalıyorum sevda sözlerine.

Hatırlar mısın, bir gece yol boyu gidiyorken zamanın içinde, birdenbire durup bana:
“Benimle evlenir misin?” demiştin…
O an küçük yaralarıma ortak olan ellerimi ne yana saklayacağımı şaşırmış ve bilindik bir hareketle yüzüme götürüp gözlerime sığınmıştım…
Ne evet ne de başka herhangi bir sözcük yanıtlayabilirdi bu soruyu… Çünkü sana ne desem bana ait olanları tam anlamıyla veremeyecekti.

Evet dedim…
Varolanın dışında bir şey sunamadım… Oysa birbiri ardına sıralamak isterdim içimdeki rüzgârın bana yaşattıklarını…

Kırılmadın değil mi sevdiğim, saniyelere sıkıştırıp kuru bir canla, yaşamına ortak olmayı kabul ettiğim için?

Görüyorsun işte, bazı anlar hiç susmadan konuşan birinin eli ayağı kesilebiliyor yıllardan sonra…
ve aslında ilk defa…
Tam seçiyorken sığındığım ve çoğu zaman saklandığım dolap içlerini, sen çekip çıkardın yeniden hayata, dolunayın gölgesi altında göz göze gelmek için…


O günden sonra uykuya hazırlandığım aralıklarda, bir yastık da senin için koyuyorum düşlerimin altına…
Haa, unutmadan sana bir sır..

Ben hep kendi öykümden senin öyküne, mızıkçılık yaparak sığındım…

Bulutlar kahır yüklü geçmişini itinayla açmaya devam ediyor…
Penceremden başımı uzatıp damlaların resmi geçitine uzanmayı istese de kaygılarım, bir şeyler izin vermiyor adımlarıma…
İsyanım kazan kaldırıyor ya, hayırlısı deyip olduğum yerde kalmaya devam ediyorum…

Sen yinede içimdeki boşluğa düş... ben tutarım seni ?

Uzaktasın ya, bu bile azaltmıyor yitirmeye yakın olduğum şeylerin varlığını…


Kısır kalıyorum doğmamış tanımlarımın öncesinde. Bazen gülümsemekle yetiniyor bakışlarım.
Bazense içimdeki haşereliğe teslim ediyorum suskunluklarımı…
Ne yapsam yetişemiyorum dalgaların hızına…
Arada, soluklandığın zamanlarda, başlıyorum inceltmeye geceyi…
Bir an önce cevaba kavuşturmak için taşan kısımlarımı, var gücümle soyuyorum derimi..


Bekliyorsun…
Öncesinde tek bir anlama sığdırdığın bir bekleyişle…
Bir değil tam üç anlam gizledim kalemimin sihirli vuruşlarına…
Takvimlerin hangi mevsime kucak açacağını bilmediğim bir zaman diliminde, bugüne kadar ördüğüm, sıkça dokuduğum her bir dokum, kanına karışacak…
Varsın ölüm karşı kıyıdan istediği kadar hatırlatmaya çalışsın kendini…
Günün birinde; günün birinde hikâyesini yazdığımız bir nefes kendi hikâyesini bizim bıraktığımız yerden devralıp yazmaya başlayacak…

İçimdeki boşluğa düş... ben tutarım seni ?

Hiç yorum yok: